24 Haziran 2016 Cuma

EŞEK SESİ





I. BÖLÜM

            Ömür boyu minnettar kalacağım D. Ali Taşçı’ya… Değil mi ki, Kur’an’a dair bir sırrı açık etti. Kur’an’ın her sırrı ömrümüzü ikiye bölmeli aslında. O sırdan öncesi, o sırdan sonrası diye. O sırrı bilmeseydik, o sırrı bilmeyenlerden biri olarak, dahası o sırrı bilmediğini bile bilmeyenlerden biri olarak yaşayacak, öyle ölecek, öyle dirilecektik. Ama birkaç sayfa sonra, ebedi bir sırrı bilenlerden biri olacaksın ve üstelik “Ya bilmeseydim, ya bilmediğimi bile bilmeseydim!” diye hayıflanamayanlardan birisi olmaktan kurtulacaksın. O sırrı bilenlerden, o sırrı bilmediğini bile bilmeyenlere acıyanlardan biri olarak yaşayacaksın, öyle ölecek, öyle diriltileceksin, inşaallah. Şimdi, sen de aynı okuma yöntemiyle bu sırrı keşfetmeye hazırlan.

            Önce D. Ali Taşçı’nın Kur’an’la yaşadığı mahrem macerasının birinci bölümü:

            Yıllar önce, Kur’an mealleri okurken, ilk keresinde pek dikkat etmediğim ve fakat sonradan çok ilgimi çeken bir ayet, beni iyice sarıp sarmalamaya başladı. Ayet şu idi “Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.” (Lokman  suresi, 19) Allah, çirkin sesi eşek sesine niçin benzetti? En çirkin ses eşek sesi midir? Acaba bundaki hikmet nedir? Gibi bir sürü soru zihnime dolmaya başladı. Türkçe tefsirleri karıştırdım, tatmin edici bir sonuç alamadım. Epeyce bir zaman bu merakla dolaştım ve kitapları karıştırdım. Ve bir gün Ahmet Eflaki’nin Ariflerin Menkıbeleri adlı, Mevlana’nın hayatını anlatan eserini ( C.1; S. 287. MEB Yayınları) okurken konunun tam üstüne gelmişim. Görür görmez de paragrafı hemen kapattım, heyecanım iyice artsın diye.”

            D. Ali Taşçı’dan bizzat dinlediğim bu okuma şeklini zaman zaman ben de uyguladım. Sözün, bir baraj kapağını açar gibi çağıldayacağı yerde okumamı durdurdum. “Bir sonraki paragrafı ben yazıyor olsaydım, ne yazardım?” diye düşünmeye başladım. Böylece beklentimi artırdım. Okuduğum şey, beklediğim şey olunca daha zevkli okudum. Sanki bir tohumu, kabuğu çatlatmak üzereyken fotoğraflamak gibi gelir bana bu. Heyecanım artar. Bir sonraki bölüme geçmeye can atar ama dururum. Bir sonraki sayfada sunulacak ziyafete acıkmamı, iştahlanmamı sağlar bu bekleyiş. Böylece daha lezzetli bir içecek, daha tatlı bir yemek bulurum önümde. Bugün senden de aynısını beklesem olur mu?
            Hem bu arada şu soruyu da sorabilirsin kendi kendine… “Allah, kendi yarattığı eşeğin kendi takdir ettiği sesine niye “çirkin” demiş olsun? Sorun eşeğin sesinin tonlanmasında, tınlamasında, volümünde ise Allah kendi takdirini-haşa- kendi beğenmiyor demektir. O halde “çirkin” olan ne?
            Beklemeye değmez mi?

II. BÖLÜM

            Bediüzzaman Said Nursi, İşaretül İcazında bütün tepişmelerin sebebini tek bir cümleye bağlar: “sen çalış, ben yiyeyim.”

            Bu tepişmenin de bir sebebi vardır şüphesiz. O da bir cümledir. Said Nursi’nin ifadesiyle, “Bütün ahlakı seyyienin membaıdır bu cümle. Yani “kötü ahlak üreticisi” dir. Nezaket üstad’da kalsın; biz ahlakı seyyieyi şimdilik “eşekleşme” diye tercüme edelim. O “eşekleşmenin kaynağı” da işte şu cümle: “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!”

            Gerçekte sessiz sedasız yürüyen, çıtırtısı bile duyulmayan iki modern uygulamayı sese dökmüştür Said Nursi. İnsan görünen hiçbir insan, bu cümlelerin öznesi saymaya kalkmaz kendini. Açık açık seslendiremez. Ulu orta söyleyemez. Yakıştıramaz kendine… Ama gelin görün ki öznesi olduğumuz/olmamız istenen en yaygın iki eylemi deşifre eder bu sesler.

            İlk cümle faizciliğin haykırışıdır. Faizle beslenmek, “Sen çalış, ben yiyeyim!” diye seslenmektir diğer insanlara. Faiz ödeyen bilsin bilmesin. “Ben çalışayım, sen ye!” tezgâhında bulur kendini. Aldığı borçtan memnun değildir. Darda kaldığı için almak zorundadır. Kendi darlığının bir başkasının keyfini genişlettiğini çok iyi bilir. Belki de eline sermaye geçirdiği ilk fırsatta, o da bir başkasını daraltarak hazlarını genişletmeyi planlamaktadır. Bir başka insan kendisini yiyen kurt oluyorsa, o da bir başka insanı yiyecek kurt niye olmasın?

            Faiz uygulaması, sermaye ile emeği karşı köşelere koyar, birbiriyle dövüştürür. Dövüşmenin galibi baştan bellidir. Faiz, emeği sermayeye ezdirir. Faiz, emekçiyi sermaye sahibine düşman eder. Faiz, sermayeyi hak etmediği halde değerli kılar, emeği hak ettiği değerden eder. Faiz sermaye sahibine çalışmadan kazandırır, emekçiyi kazanmadan çalıştırır. İnsanı insanın kurdu yapar. Faiz yüzünden, emekleriyle kazananlar, sermayesiyle kazananlara kin besler, hased eder, hasım kesilir. Sınıf kavgaları ateşlenir.

            Oysa daha çok kazananların, daha az kazananlara, zenginlerin fakirlere, sermaye sahiplerinin emek sahiplerine merhameti ve şefkati olabilirdi. Yukarı tabakadan aşağıya merhamet ve şefkat inince, aşağıdan da yukarıya hürmet ve itaat yükselebilirdi. Bu bereketli alışverişi ikinci ses keser: “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!” Bu zekâtsızlığın sesidir. İnfaktan kaçınanlar, yetimi öksüzü gözetmeyenler, fakiri fukarayı dert etmeyenler, eylemleriyle söylerler cümleyi. Bencillikleri hece hece seslenir.
            “Seslerin en çirkini” dir bu sesler.
            Niye?

III. BÖLÜM

            Mevlana, “Seslerin en çirkini eşek sesidir” mealli ayeti şöyle yorumluyor: “Her hayvanın kendine mahsus bir iniltisi, bir zikri ve tesbihi vardır ki, bununla, Yaratan ve rızık veren Rabbini zikreder. Nitekim devenin böğürtüsü, aslanın kükremesi, av hayvanlarının inlemesi, sineklerin vızıltısı, arıların uğultusu… Göklerde de meleklerin, ruhanilerin tesbihleri ve zikirleri olduğu gibi, insanların da tesbihi, tehlili, Batıni ve bedeni türlü ibadetleri vardır. Hâlbuki biçare eşek, sadece iki belirli zamanda anırır: Biri, şehveti kabardığı zaman, diğeri aç kaldığı zaman.”

            D. Ali Taşçı’nın bu yoruma getirdiği yoruma kulak kesilelim şimdi:

            “Bunu okuduğum zaman “Aman Allah’ım!” dediğimi hatırlıyorum. Bir anda dünyanın durumu ve bütün bir insanlık gözümün önüne geldi: Dağlardan, vadilerden, yaylalardan, ovalardan; köylerden, şehirlerden; evlerden, saraylardan; tellerden, ağızlardan; daha nelerden ve nelerden kulağıma eşek sesi dolmaya başladı. Rabbimin yardımı ve bu ayetin hikmeti beni kuşatmasaydı yerle bir olmuştum. ( Sonradan, bir tefsir profesörü arkadaşım, Arapça bir tefsirde buna benzer bir yorum gösterdi bana.) “Şöyle iç kulağınızla, dünyadan yükselen sese kulak verin, eşek sesinden başka bir ses duyabilecek misiniz?”

            Demek ki eşek sesini çirkin eyleyen, sesin tınısı, tonlaması değil, ortaya çıkma nedeniymiş. Buna göre “anırma”, kendinden başkasını düşünmemenin sese dökülmüş hali. Sadece kendi çıkarı için sesini yükseltmek, eşeklerin korosuna katılmaya demek geliyor. Başkalarının faydası söz konusu olduğunda susmak “anırmakla” eş anlamlı olabiliyor. Aç kalmışa, yolda kalmışa, yetime, öksüze, çaresize, yoksula, yakınına dair bir kaygı taşımamak, eşek sesine sarılmaya benziyor.

            Eşek sesine “çirkin” diyen Kur’an, hiç şüphesiz, o çirkin sesi susturacak bir yol gösterir bize:

“Zekâtı farz kılarak “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!” sesini keser, susturur. Faizi yasaklayarak “Sen çalış, ben yiyeyim!” diyen ağızlara biber sürer, sözlerini yutturur.

            Eşek nostaljisi çekenlerin dikkatine: Zekatın serin pınarlar gibi akışmadığı yerde eşek sesi yükselir. Faize takılanların, faize kapılanların olduğu yerde “seslerin en çirkini” inler.



*Senai Demirci’nin “Canla Bağışla” adlı eserinden alıntılanmıştır. ( Timaş Yay. 2009)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder