PEYGAMBER MUTFAĞINDA MENÜ
Tarihler, bundan 1200 yıl öncesini gösteriyor. Mekan, görkemli
Bağdat şehri.
Abbasi vezirinin
şaşaalı köşkünde, halife Harun Reşid şerefine verilecek ziyafetin son
hazırlıkları yapılıyor. Bağdat sıcağına karşı, şehrin ileri gelenleri için köşk
buzlarla serinletilirken, kabul salonunun muhtelif köşelerine yerleştirilen ve
üzerlerine hoş çiçek kokularının serpildiği mangallardan etrafa nefis bir
rayiha yayılıyor. Akşam yemeğinin yeneceği büyük salonun ortasına kurulmuş
sofra, şimdiden göz kamaştırıyor: Nar, incir, hurma, kayısı, Hint zeytini,
fıstık ve gülsuyu ile yıkanmış şeker kamışı, Belh'ten ithal ayvalar, Şam'dan
gelmiş elmalar ve iri şeftaliler iştah kabartırken, şerbetli suya, menekşe,
muz, gül ya da karadut özleriyle koku ve lezzet katılmış içecekler,
davetlilerin dudaklarını ıslatmayı bekliyor. Gecenin geç vakitlerine kadar sürecek
olan ikram seferberliğinin zirvesinde ise, 150 balığın feda edilerek
hazırlandığı balık dilinden mamul, bin dirhemlik soğuk meze tabağı yer alıyor.
Peygamber mirası
üzerinde yükselmiş olan bir hanedanlığın debdebesini yansıtan bu ihtişamlı
sofra ile, Peygamber'in insanlığı sarsan ve titreten bir sadelikle bugünlere
taşıdığı mütevazı hayat biçimi arasındaki uçurumu anlamak hiç kolay değil. Zira
bir 150 yıl daha geriye gidiyoruz: Dekorunda, yere serilmiş bir post, basit bir
yatak, ceviz lifleriyle doldurulmuş bir yastık ve bir su kırbasının yer aldığı
evinde Allah Rasûlü (sav) dinleniyor. Ziyarete gelen Hz. Ömer'e, insanlığın
efendisini böylesine bir mahrumiyet ortamında görmek fena dokunuyor ve
gözyaşlarına sığınarak soruyor:
"Bizans'ın
Kayser'i, Fars'ın Kisrâ'sı debdebe içinde yaşarken, sen yatağın liflerinin
vücuduna iz vurduğu seçilmiş yüce insan! Bütün eşyanla bu ufacık evde
yaşıyorsun."
Sıradan bir kul gibi yiyen, sıradan bir
kul gibi oturan ve tüm insalığa gönderilen bir medeniyet önderi olan Peygamber, kendinden sonra gelecek tüm toplum liderleri için ciddi bir nefis
imtihanı hükmünü taşıyan bir mesajla cevap veriyor: "Onlar
bu dünyayı, biz ise ahireti seçmişiz."
Allah Rasûlü'nün tüm inananları yakından
ilgilendiren yaşama tecrübesi, hiç şüphesiz asırlardan süzülerek bir model
olarak bugünlere ulaştığı için, onu anlama konusunda ciddi engellerle
karşılaşıyoruz. Peygamber'le aramıza giren asırlar, her konuda olduğu gibi
Peygamber'in yeme alışkanlıklarını da sağlıklı bir zeminde değerlendirmemizi
zorlaştırıyor. Oruç ibadetiyle birlikte sağlıklı beslenmenin sık sık gündeme
getirildiği bu Ramazan ayında, Allah Rasûlü'nün yeme-içme tarzının ortaya
konmasının anlamlı olacağını düşünüyoruz.
Peygamber'in
yemek kültürünü doğru biçimde anlamak için, hiç şüphesiz o dönemin şartlarının
da gözden geçirilmesi zaruridir. Zira Mısır'dan ithal edilmesi nedeniyle buğday
ununun piyasada kıt olduğunu hesap etmeksizin Peygamber'in neden buğday ekmeği
tüketmediğini anlayamayız. Kuraklık ile açlığın el ele gezdiği kıtlık
dönemlerinde akrep ve çekirgenin dahi pazarda alıcı bulduğu, avlanabildiği
ölçüde tavşan, yılan, kertenkele ve tarla faresinin göçebe bedevinin yegâne et
kaynağı olduğu Arabistan Yarımadası'nın şartlarını hesaba katmadan,
Peygamber'in süt, deve eti ve hurma ile yetindiği günleri yerli yerine
oturtamayız. Bu bakımdan toplumun en zengininin evinde dahi pişen yemek
çeşidinin un, süt, hurma ve yağdan oluşan dört temel malzeme ile sınırlı olduğu
bir toplumda, insanlığın efendisinin yemek alışkanlıklarının da doğru
değerlendirilmesi gerekmektedir.
Bu anlamda
asırlardan sıyrılarak bugüne akan Peygamber mesajının iyi tahlil edilmesi,
giderek yükselen ve zenginleşen bir toplumun dini ve dünyevi lideri olan Allah
Rasûlü'nün aşırı yemek ve israf ile ilgili ortaya koyduğu net tavrın, sadece
imkânsızlıkların bir sonucu olmadığının da ısrarla altı
Zira Hz. Muhammed (sav) nezdinde yemek
tüketimi, nefis ile mücadelenin neredeyse başlangıcı sayılmıştır. Helal olan
yemekten uzak durmanın bir ibadet şekli olduğu İslâm anlayışında, oruç dışında
da yemeğe karşı belli bir mesafe önerilmiş; gün yemek vakitlerine göre
düzenlenmemiş; bedenin, bitmez tükenmez arzuları olan midenin emrine mahkum
edilmemesi istenmiştir. Yeme konusundaki alışkanlıkları değiştirme yönünde
Peygamber'in insanlığa yaptığı şu çağrı son derece önemlidir: "Midenin dopdolu
olmasından sakının. Çünkü o, namaza karşı tembellik verir; vücudu bozar ve
hastalığa sebep olur. Yiyecekleriniz konusunda orta yoldan ayrılmayın. Zira bu,
israftan uzaktır ve vücut için daha sıhhidir."
Hiç şüphesiz,
Hz. Peygamber'in vefatını müteakip, bir taraftan artan ticaret hacmi ve
zenginliğin yerel pazarlara taşıdığı meyve, sebze ve baharatın çeşitliliği,
diğer taraftan da fethedilen topraklardan ithal edilen mutfak kültürleri
sayesinde, zaman içinde müslüman toplumların ağız tadında ciddi bir değişim
yaşanmıştır. Bu değişim elbette son derece tabiidir. Tabii olmayan, Peygamber'i
hayatlarının her alanında örnek almayı hedef edinen inananların beslenme ve
yeme konusunda yaptıkları israftır. Özellikle de bu israf ve aşırılık, bedenin
yiyecekle temasının azaltılarak bireyin ciddi bir irade eğitiminden geçmesinin
hedeflendiği Ramazan ayıyla asla bağdaştırılamaz. Bu, hem orucun felsefesine
hem de Peygamber'in mütevazi yemek adabına aykırıdır. Zira oruç, iki ezan
arasında süren bir açlık değildir; bedenin yeme-içme hazzına yönelik, karşı bir
eylemdir.
Bazen birkaç
hurmayı bir öğün telakki eden, bazen de et suyundan yapılan leziz yemekler
yemiş olan Peygamber'i, ne "bir lokma, bir hırka" anlayışına mahkum
etmeliyiz; ne de çağının imkanlarını sonuna kadar kullanan bir refah
Peygamber'i olarak takdim etmeliyiz.
Dr. Nihal Şahin Utku
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder