İSLÂM'IN ÖZÜ GÜZEL AHLÂK
610
yılının Ramazan ayıydı. Bir süredir alışkanlık hâline getirdiği üzere yine Hira
mağarasına çekildiği bir gün Muhammed el-Emîn, vahiy meleği Cebrail ile
karşılaşmış ve ilk vahiy tecrübesini yaşamıştı. Bu heyecan ve telaşla yüreği
titreyerek, hemen evine, sevgili eşi Hz. Hatice'nin yanına dönmüş ve başından
geçenleri ona anlatmıştı. “Kendimden korktum.” demişti ona. Onun bu endişeli hâline
karşılık Hz. Hatice oldukça sakindi. Çünkü onun gibi yüksek ahlâkî meziyetlere
sahip bir insanın başına gelen bu olayın kötü bir şey olacağına asla ihtimal
vermiyordu. Bu nedenle eşini, “Öyle deme. Allah'a yemin ederim ki Allah hiçbir
vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabayı gözetirsin; muhtaç olanların bakımını
üstlenirsin; aç ve açıkta olanı koruyup, kollarsın; misafire ikram edersin ve
musibete maruz kalanlara yardım edersin.” sözleriyle
teselli etti. Hz. Hatice'nin saydığı bütün bu hususiyetleri ile sevgili eşi
Muhammed, ahlâkî değerlerin önemini yitirdiği câhiliye gibi bir dönemde dahi
eşine ender rastlanacak karakterde bir insandı.
Hira dönüşü Hz. Hatice'nin Allah Resûlü'ne sarf ettiği bu teselli
cümleleri, âdeta Allah Teâlâ'nın Elçisi'nin ahlâkına övgüyle şahitlik ettiği, “Sen
elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” âyetinin
tefsiri niteliğindeydi. İlk inen sûrelerden biri olan Kalem sûresinin bu âyeti,
Hz. Peygamber'in nübüvvet görevinden önce de yüksek bir ahlâka sahip olduğunu
ifade etmektedir. Nitekim Resûlullah, peygamberlikle görevlendirilmeden önce
ahlâkı ile toplumda temayüz etmiş, güven kazanmış ve “Muhammed el-Emîn”
(Güvenilir Muhammed) nitelemesine lâyık görülmüş bir insandı. Güzel ahlâkı
hâkim kılma onun peygamber olarak gönderiliş sebeplerinden biriydi. Hz.
Peygamber, hiç yoktan bir güzel ahlâk manzumesi düzenlemek ya da ahlâk kuralları “tespit etmek” için
değil, kendisinden önceki peygamberler zincirinin insanlığa öğrettiği güzel
ahlâkı “tamamlamak” için gönderilmişti. Nitekim o, “Ben,
(başka değil, sadece) (iyi), güzel ahlâkı tamamlamak (uygulamak) için
gönderildim.” buyurarak,
toplumda var olan ancak zamanla küllenmiş, yok olmuş ya da bozulmuş değerlerin
diriltilmesi veya yerine yenisinin getirilmesi görevini üstlendiğini ifade
etmişti. Aslında bütün peygamberler aynı sorumlulukla gönderilmişlerdi. Bununla
birlikte Allah Resûlü, kendisinin tamamlayıcılık ve uygulayıcılık vasfını şöyle
dile getirmişti: “Benim ve benden önceki peygamberlerin
durumu, bir ev inşa eden kimseye benzer. O kimse evi güzelce yapıp mükemmel
hâle getirmiş fakat bir köşede sadece bir tuğla yeri boş kalmıştır. İnsanlar bu
evi dolaşırlar, ona hayran olurlar ve şöyle derler: 'Keşke şu tuğla da yerine
konulmuş olsaydı.' İşte ben, o (yeri boş bırakılan) tuğlayım; ben
peygamberlerin sonuncusuyum.”
Bir defasında Enes b. Mâlik'in amcasının oğlu Sa'd b. Hişâm
Medine'ye geldiğinde, Hz. Âişe'den kendisine Resûlullah'ın ahlâkını anlatmasını
istemişti. Âişe, “Sen Kur'an okuyorsun değil mi?” diye sorunca Sa'd, “Evet.”
cevabını verdi. Bunun üzerine müminlerin annesi, “İşte Hz. Peygamber'in ahlâkı
Kur'an idi.” dedi. Bazı
rivayetlerde Hz. Âişe'nin, bu sözünün ardından, “Sen
elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” âyetini
ya da Mü'minûn sûresinin ilk dokuz âyetini okuduğu belirtilmiştir. Zira
Kur'an'ı bizzat tebliğ eden ve yaşayan Hz. Peygamber, onun öngördüğü ahlâkı
hayatı boyunca en ideal düzeyde temsil etmişti.
Enes b. Mâlik'in ifade ettiği üzere, Resûlullah ahlâk bakımından
insanların en güzeli idi. Bununla
birlikte Hz. Peygamber, ahlâkını daha da güzelleştirmeye gayret ederek kötü
ahlâktan Allah'a sığınırdı. O'nun
namaza kalktığında yaptığı dua da bu amacını gerçekleştirmeye yönelikti: “...(Allah'ım!)
Beni güzel ahlâka eriştir. Senden başka güzel ahlâka eriştirecek yoktur. Kötü
ahlâkı benden uzaklaştır. Senden başka kötü ahlâkı benden uzaklaştıracak
yoktur!..”
Resûlullah, ashâbını da her fırsatta güzel ahlâklı olmaya, bunun
için çabalamaya teşvik etmişti. Nitekim Hz. Peygamber, Ubâde b. Sâmit ile
beraber bir grup Medineli kendisine biat etmeye geldiklerinde onlardan Allah'a
şirk koşmamanın yanı sıra hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları
öldürmemek, iftira etmemek gibi ahlâkî konularda da söz almıştı.
Hz. Peygamber, “Kıyamet günü müminin mizanında güzel
ahlâktan daha ağır bir şey yoktur. Muhakkak ki Allah söz ve fiilleri çirkin
kimselere son derece öfkelenir.” buyurmuş, ahlâkını güzelleştiren kimseye
cennetin en yüksek makamından bir köşk verileceğine kefil olduğunu belirtmiştir.
Ahlâkla ibadetler arasında da sıkı bir ilişki vardır. İbadet,
Allah'a karşı bir görev olmakla birlikte kişiyi ahlâkî açıdan geliştirmeye
yardımcı olmaktadır. Bu yüzdendir ki Kur'an'da namazın her türlü hayâsızlık ve
kötülükten alıkoyma özelliğine vurgu yapılmıştır. Aksi takdirde kişinin
ibadeti, ahlâkını güzelleştirmeye vesile olmuyorsa çelişkili bir durum söz
konusudur. Nitekim Allah Resûlü, namazı, orucu ve sadakasının çokluğuyla
anıldığı hâlde komşularını diliyle inciten bir kadın hakkında kendisine
sorulduğunda, onun cehennemde olacağını söylemiştir. İman, ibadetler ve ahlâk arasındaki bu
denge ve birliktelik göstermektedir ki ahlâklı olmak, tek kelimeyle her şeyde
tevhidi bulma çabasıdır.
Küçük yaşta verilen eğitim ve terbiyenin kalıcılığı herkesçe
bilinen bir gerçektir. Nitekim Hz. Peygamber, “Çocuklarınıza ikram ediniz ve onlara
güzel terbiye veriniz. buyurmuş, “Hiçbir
baba, evlâdına güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermemiştir.” diyerek çocuk terbiyesine
verdiği önemi vurgulamıştır. Kendisi de tuvalet temizliği ve âdâbı gibi bir
konuda bile ashâbıyla bir baba kadar yakından ilgilenmiş, onları her zaman her yerde edebi
gözetmeye teşvik etmiştir. Çünkü insanı diğer canlılardan ayıran,
yaratılmışların en şereflisi yapan şey edeptir. Edebin insana değer katan bu
yönü özellikle Müslümanların yeni kültürlerle tanışmasından sonra oldukça önem
kazanmış, bir insanı kültürlü ve görgülü kılan özelliklerin toplamına “edep”
denilir olmuştur. Böylece “edîb” olabilmek, yani yüksek bir kültüre ulaşmak
için dil ve edebiyat bilgisi başta olmak üzere tarih, nesep, menkıbe ve âdâb-ı
muâşeret gibi bilgilerin öğrenilmesi gerekli görülmüştür.
Edep, insanlarla ilişkilerinden ibadetlerine kadar müminin günlük
hayatında her alanı kuşatan, böylece bireysel ve toplumsal hayatın bütün detaylarını tanzim eden bir işlev görür. Bu
çerçevede yeme içme, giyim kuşam, yatıp kalkma, eve girip çıkma, büyük küçük
bütün insanlarla ilişkiler, konuşma, camiye gitme, namaz, oruç ve sadaka gibi
her davranışın, her ibadetin âdâbı vardır. Meselâ, her işe Allah'ın adını
anarak başlamak, yemeği sağ elle
ve önünden yemek, bir şey
içtiğinde kabın içine solumamak, başkasının evine izinsiz girmemek, selâmı yaymak, selâma daha güzeli veya aynıyla
karşılık vermek, küçüklere
merhamet, büyüklere saygı göstermek, insanların
kusurlarını araştıran değil, örten olmak, namazı huşû içerisinde kılmak, kötü söz ve fiilleri terk etmek, sadakayı başa kakmadan, gönül kırmadan
temiz ve güzel şeylerden vermek bunlardan
bazılarıdır. Bunların hepsi Müslüman'ın zihnini inşa ederek ona şahsiyet
kazandıran davranışlardır. Edebe riayet etmek, nefsi terbiye edip ahlâkı
güzelleştirdiği gibi hem Allah'ın rızasını, hem de toplumun sevgisi ve
takdirini kazanmaya vesiledir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder