14 Temmuz 2016 Perşembe

İSLÂM'IN ÖZÜ GÜZEL AHLÂK




İSLÂM'IN ÖZÜ GÜZEL AHLÂK  

610 yılının Ramazan ayıydı. Bir süredir alışkanlık hâline getirdiği üzere yine Hira mağarasına çekildiği bir gün Muhammed el-Emîn, vahiy meleği Cebrail ile karşılaşmış ve ilk vahiy tecrübesini yaşamıştı. Bu heyecan ve telaşla yüreği titreyerek, hemen evine, sevgili eşi Hz. Hatice'nin yanına dönmüş ve başından geçenleri ona anlatmıştı. “Kendimden korktum.” demişti ona. Onun bu endişeli hâline karşılık Hz. Hatice oldukça sakindi. Çünkü onun gibi yüksek ahlâkî meziyetlere sahip bir insanın başına gelen bu olayın kötü bir şey olacağına asla ihtimal vermiyordu. Bu nedenle eşini, “Öyle deme. Allah'a yemin ederim ki Allah hiçbir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabayı gözetirsin; muhtaç olanların bakımını üstlenirsin; aç ve açıkta olanı koruyup, kollarsın; misafire ikram edersin ve musibete maruz kalanlara yardım edersin.” sözleriyle teselli etti. Hz. Hatice'nin saydığı bütün bu hususiyetleri ile sevgili eşi Muhammed, ahlâkî değerlerin önemini yitirdiği câhiliye gibi bir dönemde dahi eşine ender rastlanacak karakterde bir insandı.

Hira dönüşü Hz. Hatice'nin Allah Resûlü'ne sarf ettiği bu teselli cümleleri, âdeta Allah Teâlâ'nın Elçisi'nin ahlâkına övgüyle şahitlik ettiği, “Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.”  âyetinin tefsiri niteliğindeydi. İlk inen sûrelerden biri olan Kalem sûresinin bu âyeti, Hz. Peygamber'in nübüvvet görevinden önce de yüksek bir ahlâka sahip olduğunu ifade etmektedir. Nitekim Resûlullah, peygamberlikle görevlendirilmeden önce ahlâkı ile toplumda temayüz etmiş, güven kazanmış ve “Muhammed el-Emîn” (Güvenilir Muhammed) nitelemesine lâyık görülmüş bir insandı. Güzel ahlâkı hâkim kılma onun peygamber olarak gönderiliş sebeplerinden biriydi. Hz. Peygamber, hiç yoktan bir güzel ahlâk manzumesi düzenlemek  ya da ahlâk kuralları “tespit etmek” için değil, kendisinden önceki peygamberler zincirinin insanlığa öğrettiği güzel ahlâkı “tamamlamak” için gönderilmişti. Nitekim o, “Ben, (başka değil, sadece) (iyi), güzel ahlâkı tamamlamak (uygulamak) için gönderildim.” buyurarak, toplumda var olan ancak zamanla küllenmiş, yok olmuş ya da bozulmuş değerlerin diriltilmesi veya yerine yenisinin getirilmesi görevini üstlendiğini ifade etmişti. Aslında bütün peygamberler aynı sorumlulukla gönderilmişlerdi. Bununla birlikte Allah Resûlü, kendisinin tamamlayıcılık ve uygulayıcılık vasfını şöyle dile getirmişti: “Benim ve benden önceki peygamberlerin durumu, bir ev inşa eden kimseye benzer. O kimse evi güzelce yapıp mükemmel hâle getirmiş fakat bir köşede sadece bir tuğla yeri boş kalmıştır. İnsanlar bu evi dolaşırlar, ona hayran olurlar ve şöyle derler: 'Keşke şu tuğla da yerine konulmuş olsaydı.' İşte ben, o (yeri boş bırakılan) tuğlayım; ben peygamberlerin sonuncusuyum.” 

Bir defasında Enes b. Mâlik'in amcasının oğlu Sa'd b. Hişâm Medine'ye geldiğinde, Hz. Âişe'den kendisine Resûlullah'ın ahlâkını anlatmasını istemişti. Âişe, “Sen Kur'an okuyorsun değil mi?” diye sorunca Sa'd, “Evet.” cevabını verdi. Bunun üzerine müminlerin annesi, “İşte Hz. Peygamber'in ahlâkı Kur'an idi.” dedi. Bazı rivayetlerde Hz. Âişe'nin, bu sözünün ardından, “Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.”  âyetini ya da Mü'minûn sûresinin ilk dokuz âyetini okuduğu belirtilmiştir. Zira Kur'an'ı bizzat tebliğ eden ve yaşayan Hz. Peygamber, onun öngördüğü ahlâkı hayatı boyunca en ideal düzeyde temsil etmişti.

Enes b. Mâlik'in ifade ettiği üzere, Resûlullah ahlâk bakımından insanların en güzeli idi. Bununla birlikte Hz. Peygamber, ahlâkını daha da güzelleştirmeye gayret ederek kötü ahlâktan Allah'a sığınırdı. O'nun namaza kalktığında yaptığı dua da bu amacını gerçekleştirmeye yönelikti: “...(Allah'ım!) Beni güzel ahlâka eriştir. Senden başka güzel ahlâka eriştirecek yoktur. Kötü ahlâkı benden uzaklaştır. Senden başka kötü ahlâkı benden uzaklaştıracak yoktur!..” 

Resûlullah, ashâbını da her fırsatta güzel ahlâklı olmaya, bunun için çabalamaya teşvik etmişti. Nitekim Hz. Peygamber, Ubâde b. Sâmit ile beraber bir grup Medineli kendisine biat etmeye geldiklerinde onlardan Allah'a şirk koşmamanın yanı sıra hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, iftira etmemek gibi ahlâkî konularda da söz almıştı.

Hz. Peygamber, “Kıyamet günü müminin mizanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey yoktur. Muhakkak ki Allah söz ve fiilleri çirkin kimselere son derece öfkelenir.” buyurmuş, ahlâkını güzelleştiren kimseye cennetin en yüksek makamından bir köşk verileceğine kefil olduğunu belirtmiştir.

Ahlâkla ibadetler arasında da sıkı bir ilişki vardır. İbadet, Allah'a karşı bir görev olmakla birlikte kişiyi ahlâkî açıdan geliştirmeye yardımcı olmaktadır. Bu yüzdendir ki Kur'an'da namazın her türlü hayâsızlık ve kötülükten alıkoyma özelliğine vurgu yapılmıştır. Aksi takdirde kişinin ibadeti, ahlâkını güzelleştirmeye vesile olmuyorsa çelişkili bir durum söz konusudur. Nitekim Allah Resûlü, namazı, orucu ve sadakasının çokluğuyla anıldığı hâlde komşularını diliyle inciten bir kadın hakkında kendisine sorulduğunda, onun cehennemde olacağını söylemiştir. İman, ibadetler ve ahlâk arasındaki bu denge ve birliktelik göstermektedir ki ahlâklı olmak, tek kelimeyle her şeyde tevhidi bulma çabasıdır.

Küçük yaşta verilen eğitim ve terbiyenin kalıcılığı herkesçe bilinen bir gerçektir. Nitekim Hz. Peygamber, “Çocuklarınıza ikram ediniz ve onlara güzel terbiye veriniz.  buyurmuş, “Hiçbir baba, evlâdına güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermemiştir.”  diyerek çocuk terbiyesine verdiği önemi vurgulamıştır. Kendisi de tuvalet temizliği ve âdâbı gibi bir konuda bile ashâbıyla bir baba kadar yakından ilgilenmiş, onları her zaman her yerde edebi gözetmeye teşvik etmiştir. Çünkü insanı diğer canlılardan ayıran, yaratılmışların en şereflisi yapan şey edeptir. Edebin insana değer katan bu yönü özellikle Müslümanların yeni kültürlerle tanışmasından sonra oldukça önem kazanmış, bir insanı kültürlü ve görgülü kılan özelliklerin toplamına “edep” denilir olmuştur. Böylece “edîb” olabilmek, yani yüksek bir kültüre ulaşmak için dil ve edebiyat bilgisi başta olmak üzere tarih, nesep, menkıbe ve âdâb-ı muâşeret gibi bilgilerin öğrenilmesi gerekli görülmüştür.


Edep, insanlarla ilişkilerinden ibadetlerine kadar müminin günlük hayatında her alanı kuşatan, böylece bireysel ve toplumsal hayatın bütün  detaylarını tanzim eden bir işlev görür. Bu çerçevede yeme içme, giyim kuşam, yatıp kalkma, eve girip çıkma, büyük küçük bütün insanlarla ilişkiler, konuşma, camiye gitme, namaz, oruç ve sadaka gibi her davranışın, her ibadetin âdâbı vardır. Meselâ, her işe Allah'ın adını anarak başlamak, yemeği sağ elle ve önünden yemek, bir şey içtiğinde kabın içine solumamak, başkasının evine izinsiz girmemek, selâmı yaymak, selâma daha güzeli veya aynıyla karşılık vermek, küçüklere merhamet, büyüklere saygı göstermek, insanların kusurlarını araştıran değil, örten olmak, namazı huşû içerisinde kılmak, kötü söz ve fiilleri terk etmek, sadakayı başa kakmadan, gönül kırmadan temiz ve güzel şeylerden vermek bunlardan bazılarıdır. Bunların hepsi Müslüman'ın zihnini inşa ederek ona şahsiyet kazandıran davranışlardır. Edebe riayet etmek, nefsi terbiye edip ahlâkı güzelleştirdiği gibi hem Allah'ın rızasını, hem de toplumun sevgisi ve takdirini kazanmaya vesiledir.


ÇOCUK TERBİYESİ / HER DOĞAN FITRAT ÜZERE DOĞAR!

 ÇOCUK TERBİYESİ 

HER DOĞAN FITRAT ÜZERE DOĞAR!


Ebû Hüreyre'nin (ra) naklettiğine göre,
Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi yahut Hıristiyan veya Mecûsî yapar…”
(B4775 Buhârî, Tefsîr, (Rûm) 2; M6755 Müslim, Kader, 22)
Ebû Saîd el-Hudrî'nin naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Kim üç kız çocuğunun geçimini üstlenir, onları terbiye edip evlendirir ve onlara güzel davranırsa, ona cennet vardır.”
(D5147 Ebû Dâvûd, Edeb, 120-121; HM11946 İbn Hanbel, III, 96)
***
Ebû Hüreyre (ra) anlatıyor: “Resûlullah (sav) (torunu) Hasan b. Ali'yi öptü. O sırada yanında Akra' b. Hâbis et-Temîmî oturmaktaydı. Akra' şöyle dedi: 'Benim on çocuğum var ama hiçbirini öpmüş değilim.' Bunun üzerine Resûlullah (sav) ona baktı ve ardından şöyle buyurdu: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez!”
(B5997 Buhârî, Edeb, 18; M6028 Müslim, Fedâil, 65)
***
Enes (b. Mâlik) şöyle demiştir: “Resûlullah'a (sav) on sene hizmet ettim. Vallahi bana bir kez olsun 'Öf!'bile demedi. Herhangi bir şeyden dolayı, 'Niçin böyle yaptın?' demediği gibi, 'Şöyle yapsaydın ya!' da demedi.”
(M6011 Müslim, Fedâil, 51; B6038 Buhârî, Edeb, 39)
***
Eyyûb b. Musa'nın, babası aracılığıyla dedesinden naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Hiçbir anne baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha kıymetli bir bağışta bulunmamıştır.”
(T1952 Tirmizî, Birr, 33; HM16830 İbn Hanbel, IV, 77)
Küçük Enes, başına dokunan elin sıcaklığı ile irkildi ve ürkek bir hareketle başını çevirdi. Sevgili Peygamberimiz her zamanki gibi gülümseyen çehresi ile karşısında duruyordu. Allah'ın Resûlü ona yumuşak bir sesle, “Enesçik! Sana dediğim yere gittin mi?” buyurmuştu. Derhâl yürümeye başladı Enes ve “Evet, gidiyorum yâ Resûlallah” dedi.

Annesi ile Peygamberimizin huzuruna gelen Enes, belki de Medineli Müslümanların Efendimize sunduğu en anlamlı hediye idi. Annelik sağduyusuna güvenen Ümmü Süleym, bu yeni şehirde Peygamberimizin yanında küçük bir yardımcının ne çok iş göreceğini fark etmiş olmalıydı. Oğlunu Resûlullah'ın hizmetine verirken, aslında onu Peygamber'in terbiyesine emanet etmiş oluyordu. Böylesine atik ve zeki bir çocuğun kendisine hizmet için gönüllü olması, Peygamberimizin de hoşuna gitmişti ki, Enes'i en zor şartlarda bile yanından ayırmamıştı. Kendi çocukları çoktan büyümüş, torunları ise henüz dünyaya gelmemişti. Dolayısıyla Enes, Rahmet Elçisi'nin, vefatına kadar süren on yıllık Medine hayatında eğitimi ile bizzat ilgilendiği ve çocukluktan alıp delikanlılığa eriştirdiği en yakın isimdi.

Hz. Peygamber, sadece Enes'in mescide ya da hâne-i saadete gelerek gününü paylaşmasıyla yetinmez, kendisi de Enes'in akrabalarını ziyaret etmekten hoşlanırdı. Orada yemek yer, öğle uykusuna yatar ve ev halkına cemaatle namaz kıldırırdı.Bu sevgi ve samimiyet ile şekillenmişti Enes'in ahlâkı. “Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hıristiyan ya da Mecûsî yapar...”  buyurmuştu Peygamber Efendimiz. Irk, renk ve cinsiyet farkı olmaksızın her çocuğun iyiyi kabullenmeye ve güzeli benimsemeye meyilli bir tabiatta yaratıldığını açıkça ifade eden bu sözler, aynı zamanda onun eğitilmeye ne kadar hazır bir yapıda olduğuna da dikkat çekmektedir.
Aslında çocuğuna değer veren ve bu sebeple onu en güzel biçimde terbiye etmek isteyen bir anne babanın, öncelikle bir gerçeği aklından çıkarmaması gerekir. Her ne kadar çocuk tümüyle ebeveynine muhtaç, onların korumasında ve denetiminde ise de gerçek anlamda, onlara değil Allah'a aittir.

Dolayısıyla anne baba çocuklarının sahibi değil emanetçisidir. Kendilerine verilen bu emanete gözleri gibi bakmakla, onu örselemeden yetiştirmekle ve yıpratmadan hayata kazandırmakla yükümlüdürler. Emanet olduğuna göre, çocukları üstünde istedikleri gibi tasarrufta bulunma hakkına da sahip değillerdir. Onu doyururken, okuturken, ödüllendirirken, cezalandırırken, kısacası büyütüp kişiliğini şekillendirirken Yüce Allah'ın rızasına uygun hareket etmek zorundadırlar. Zira gün gelecek, emanetin sahibi ona nasıl davrandıklarını, neler verdiklerini ya da neleri esirgediklerini soracaktır.

Anne babalık vazifesi, sadece çocuğun karnını doyurup sırtını giydirmekle bitmemektedir. Bunun çok daha ötesine geçmekte, yavrunun terbiyesi gibi yuvanın sınırlarını aşarak tüm toplumu etkileyen bir alana ulaşmaktadır. Çocuk terbiyesi ise hassasiyet isteyen uzun bir süreçtir. Belki de Kur'an'da çocuğun “imtihan vesilesi” olarak adlandırılması, bu sürecin oyalayıcı ve meşakkatli oluşuna da işaret etmektedir. Ama “insan yetiştirmek”, zorluğu kadar değerli, yoruculuğu kadar onurlu bir iştir. Zira sonuçta anne ve baba, alınlarını ağartan bir evlât yetiştirmekle üzerlerine düşeni yapmanın huzurunu yaşayacak, onunla cennette de bir arada olma şansı bulabileceklerdir. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav): “Kim üç kız çocuğunun geçimini üstlenir, onları terbiye edip evlendirir ve onlara güzel davranırsa, ona cennet vardır.”  buyurmuştur. Evlâdına yeterince emek vermeyen, onu ciddiye almayan ve Allah'ın rızasına uygun yetiştirmeyenler ise kıyamet günü hem kendilerini hem de yavrularını hüsrana sürüklemiş olacaklardır.

Eğitimin ilk basamağı, çocuğun varlığını tanımak, ona insan olmakla doğuştan hak ettiği saygıyı göstermektir. Muhatabına değer vermeyen ve onun kişiliğine saygı duymayan bir eğitimcinin başarılı olması imkânsızdır. Hz. Peygamber'in çocuklarla iletişiminde, “onları adam yerine koymak” şeklinde özetleyebileceğimiz bir itina derhâl göze çarpmaktadır. Fikirleri değer gören, duyguları dinlenen ve ihtiyaçları dikkate alınan bir çocuğun, anne babası ile sağlıklı bir ilişki geliştirebileceği, dolayısıyla terbiyesi için harcanan gayrete olumlu tepkiler vereceği açıktır. Bu bağlamda Sevgili Peygamberimizin çocuklara selâm vermesi, hatırlarını sorması ve tercihlerini öğrenmek istemesi, onları muhatap kabul etmesi anlamına gelmektedir. Yahudi bir çocuğu tıpkı bir yetişkin gibi dine davet etmesi ve çocukların kendisine biat ederek bağlılıklarını ifade etmelerine izin vermesi, geleceğin teminatı olan yavruların varlıklarına biçtiği değeri açıkça ortaya koymaktadır. Yine Allah Resûlü'nün çocuklara özel dualar etmesi, onlara sır vermesi ve ikramda bulunması, dostluk bağına dayanan bir eğitimi ne denli önemsediğini göstermektedir.

Çocuğun gönlünü kazanarak üzerinde etkili olmanın yolu, onu sevdiğini söylemekten, kucaklayıp öperek ya da birlikte oyun oynayarak ona yakınlaşmaktan geçmektedir. Allah Resûlü'nün, çocukları eğitirken incitmemek ve şekil vermeye çabalarken kırmamak üzere kararlı tavırları, merhameti asla elden bırakmayan bir terbiye anlayışı oluşturmaktadır. O günün insanı için şaşırtıcı olan böylesi bir tavır, “Küçüğümüze merhamet etmeyen, büyüğümüze saygı göstermeyen bizden değildir.”  hadisiyle tarihe geçmektedir. Nitekim torununu öpüp kucakladığını görünce hayretini gizlemeyen Akra' b. Hâbis'e Sevgili Peygamberimiz, “Merhamet etmeyene merhamet edilmez!” demiştir.

Kur'an'ın, evlâtlarına şefkat gösteren anne babaları insanlığa örnek olarak anlatması, arzu edilen ebeveyn modelini oluşturma yolunda manidardır. Kardeşlerini kuyuya atmak gibi büyük bir hata işlemelerine rağmen çocuklarını affeden ve Allah'ın da onları affetmesi için dua eden Hz. Yakub,ölüm döşeğinde hâlâ onlara güzellikle nasihat etmektedir. Lokman'ın oğluna öğütlerini içeren âyetler, “Yavrucuğum!” şeklinde son derece yumuşak ve samimi bir ifadeyle başlamaktadır. Aynı şekilde Hz. İbrâhim de oğlu İsmâil'e gösterdiği nazik tavır ile Kur'an'da anılmaktadır. Tufanda ölümle burun buruna geldiğinde bile babasının peygamberliğini kabul etmediği hâlde oğluna kıyamayan Hz. Nuh, “...Yavrucuğum, bizimle beraber sen de (gemiye) bin, inkârcılarla birlikte olma...” diye seslenmektedir. Bütün bunlar, özellikle zihinlerde otoriteyi temsil eden babaların, şefkat ve merhamete davet edilmesi açısından dikkat çekicidir.

Bir babanın, çocuğunu terbiyesi esnasında şiddete başvurmaması ve disiplini şiddet ile özdeşleştirmemesi için Sevgili Peygamberimize bakması yeterlidir. Peygamberimizin yanında büyüyen Enes şöyle demiştir: “Resûlullah'a (sav) on sene hizmet ettim. Vallahi bana bir kez olsun 'Öf!' bile demedi. Herhangi bir şeyden dolayı, 'Niçin böyle yaptın?' demediği gibi, 'Şöyle yapsaydın ya!' da demedi.” Peygamberimiz, tıpkı kendisinden önceki peygamberlerin nezaketiyle, ona, “Yavrucuğum” ya da “Enesçik”  diye hitap etmiştir. Hata ettiğinde telâfi etmesi için imkân tanımış, kimi zaman da elinden tutarak bizzat yapacağı işe yönlendirip işi bitene kadar beklemek suretiyle hata yapmasına engel olmuştur.

Peygamber Efendimiz sadece kendisi çocuklara karşı hoşgörülü ve sabırlı davranmakla kalmamış, çevresindekileri de bu konuda uyarmıştır. Bir gün kucağına aldığı torunu Hasan, üzerine idrarını kaçırınca kızan ve çocuğa vuran sütanne Ümmü'l-Fadl'a, “Allah seni ıslah etsin! Oğlumun canını acıttın!”diyerek tepki göstermiştir. Yine küçük bir kız iken babası ile Hz. Peygamber'i ziyarete gelen Ümmü Hâlid, onun mübarek sırtındaki bene dokununca babası tarafından azarlanmış ama Rahmet Peygamberi, “Bırak onu (dokunsun).” buyurmuştur.

Çocuğun yaptığı yanlışları eğitimi için fırsat olarak değerlendirmek ve kuru kuruya cezalandırmak yerine, bir daha aynı hatayı işlemesini engelleyecek şekilde doğruyu öğretmek de Peygamber yöntemidir. Bir defasında hurma ağaçlarını taşlayan bir çocuğu yakalayanlar, cezalandırması için yaka paça Sevgili Peygamberimizin huzuruna getirmişler, ama Peygamberimiz onu azarlamak yerine,“Evlâdım, ağaçları niye taşlıyorsun?” diye sormuştur. Karnının aç olduğunu öğrendiğinde, “Hurma ağaçlarını taşlama da altlarına dökülenleri ye.” buyurarak ona doğruyu öğretmiş, hatta başını okşadıktan sonra, “Allah'ım, bu yavrunun karnını doyur.” diye dua etmiştir. Bir başka seferinde, yemek yerken tabağın içinde elini rasgele dolaştıran Ömer b. Ebû Seleme'nin bu yanlış hareketine müdahale eden Allah Resûlü, doğrusunu öğretmeyi de ihmal etmemiş, “Yavrum, besmele çek, sağ elinle ve önünden ye.”buyurmuştur.

Hz. Peygamber, çocuk eğitiminde sabırlı ve şiddetten arınmış bir tavır benimsemiş, hizmetine koşturanlara tek bir tokat bile atmamıştır. Onun, dayağın sıradanlaştığı bir toplumda yaşadığı düşünüldüğünde, böyle bir tavrın değeri daha rahat anlaşılacaktır. Zira çocuk bile olsa eğittiği bireyi küçümsememesi, hor görüp ezmemesi, onun güvenini kazanması açısından bir eğitimci için vazgeçilmez öneme sahiptir. Bu açıdan bakıldığında, Peygamberimizin terbiye metodunun güç gösterisi ve alternatifsizlik üzerine değil nasihat ve örneklik üzerine kurulduğu görülecektir. Unutmamalıdır ki çocuklar, emir ve tembihlerden çok örnek olma yoluyla eğitilir. Çocuk duyduğunu ve okuduğunu değil gördüğünü benimsemekte, özellikle anne babasını model alarak kendi davranışlarına yön vermektedir. Bu bağlamda, “Allah'tan sakının, çocuklarınız arasında âdil olun!” emrine uyarak evinde adaleti gözeten bir babanın evlâtları, adaleti, yaşayarak öğrenecektir. “Gel, sana bir şey vereceğim!” diye çocuğunu çağıran Abdullah b. Âmir'in annesine, gerçekten bir şey verip vermeyeceğini soran Peygamberimiz, hurma vereceğini duyunca, “Aman dikkat et! Eğer ona bir şey vermemiş olsaydın, senin için bir tür yalan yazılacaktı.”  buyurmuştur. Çünkü eğer anne babası doğru sözlü olursa çocuk da dürüstlüğü öğrenecek, aksi takdirde yalan üzerine kurulu bir hayatı normal karşılayacaktır. Beraberinde büyüdüğü Hz. Peygamber'in özel hayatın mahremiyetine ve sırrın dokunulmazlığına gösterdiği hassasiyeti gözlemlediği için Enes, kendisine Peygamber için ne iş yaptığını soran annesine, “Bu sırdır!” diyebilmiş, annesi de bu duyarlılığını beğenerek, “Sakın Resûlullah'ın sırrını kimseye söyleme.” demiştir.

Çocuğa güzel örnek olmak ahlâkî gelişimi için şart olduğu gibi sosyal hayata alışması ve ibadet hayatını benimsemesi açısından da büyük önem taşır. Sevgili Peygamberimizin çocukları sosyal hayattan dışlamamasının en bariz göstergesi, onların Medine Mescidi'ne gelmelerine engel olmamasıdır. Çünkü mescit o günün sadece ibadetgâhı ve medresesi değil hayatın kalbinin attığı ve hukuktan edebiyata her türlü sosyal hadisenin cereyan ettiği merkezidir. Peygamber Mescidi'nde vakit namazlarında bile erkeklerin arkasında saf oluşturacak kadar çocuk bulunması,  Allah Resûlü'nün hayatın akışıyla çocukları ne denli sık buluşturduğunu göstermektedir. Omzunda bazen kız, bazen de erkek torunları ile namaz kılan hatta bu şekilde cemaate namaz kıldıran ve cuma hutbesi veren Hz. Peygamber, elbette çocukların namazla büyümesini arzulamaktadır.

Sadece mescitte değil evlerde de namaz kılarken çocukların namaza katılmasını sağlayan Peygamber Efendimiz, açık alanda namaz kılınırken safların arasında dolaşan çocuklara aldırmamıştır.Onları ibadet edilen ortamdan uzaklaştırmamış, aksine nasıl namaz kılacaklarını bizzat öğretmiştir. Söz gelimi Enes'e, “Yavrucuğum! Namazda yüzünü sağa sola çevirip bakma.”  demiştir. Cemaate katıldığında yanlışlıkla imamın soluna duran amcasının küçük oğlu Abdullah b. Abbâs'ı tutup sağ tarafına geçirdikten sonra başını okşamıştır. Peygamberimiz, çevresindeki çocukları her fırsatta namaz konusunda teşvik ve kontrol etmiştir. Bir gece eşi Meymûne annemizin odasına girdiğinde, geceyi teyzesi Hz. Meymûne'nin yanında geçireceği anlaşılan Abdullah b. Abbâs'ı görünce, “Çocuk namaz kıldı mı?” diye sormuş, onun namazını kıldığını öğrenmeden içi rahat etmemiştir.

Çocuklara dinî bir terbiye vermede Peygamberimizin özellikle namaz üzerinde ısrarla durduğu görülmektedir. İbadet sevgisinin erkenden yerleşmesi ve geç olmadan alışkanlık hâlini alması için,“Sağını solundan ayırabilen yaşa geldiği zaman (çocuğa) namaz kılmasını emredin.” buyuran Peygamberimiz, ilerleyen yaşlarda çocuğun namaz kılması için ısrarcı olunması gerektiğini de vurgulamıştır.

Tıpkı namazda olduğu gibi oruç tutma konusunda da çocukların küçük yaştan itibaren eğitilmelerini isteyen Peygamberimizin zamanında, anneler küçüklerin oruçla barışık olmaları için onlara yünden oyuncaklar yaparak açlıklarını unutturmaya çalışmışlardır. İbadetle iç içe büyümeleri gereken çocukların hac gibi bir izdihama katılmalarına bile müsamaha gösteren Allah'ın Resûlü, kucağındaki bir çocuğu kaldırarak, “Buna da hac var mı?” diye soran anneye, “Evet. (Onunla birlikte haccettiğin için) sana da ayrıca ecir var.” buyurmuştur.

Çocuk, her ne kadar bugün yaşıyorsa da aslında bugünden çok yarına aittir. Ona verilen emek, yarının insanını yetiştirmek yani geleceğin toplumunu şekillendirmek demektir. Sevgili Peygamberimizin, “Çocuğunun senin üzerinde hakkı var!” buyurarak uyardığı baba ve annelerin, evlâtlarına eksiksiz teslim etmeleri gereken hakların başında ise onlara güzel bir terbiye vermek gelmektedir. Çocuğun sosyal ve kültürel gelişimi, bedensel ve zihinsel eğitimi, ahlâkî ve dinî terbiyesi anne kucağında başlayacak, baba ocağında sağlanacaktır. İyi bir evlât sahibi olmak için çırpınan ebeveynler, Hz. Peygamber'in şu öğüdünü daima hatırlamalıdır: “Hiçbir anne baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha kıymetli bir bağışta bulunmamıştır.” 


11 Temmuz 2016 Pazartesi

ANNE BABALARA 3 NASİHAT




ANNE BABALARA 3 NASİHAT

      Bu gün yeryüzünün hangi alanlarda nasıl ifsad edildiği, bunda kimlerin daha çok parmağının olduğu konusunda yapılacak araştırmalar, gözler önüne dehşetli manzaralar, ibretli sahneler serecektir. 

   Süslü kelimelerle dile getirilen hak, hukuk, hürriyet ve adalet sözlerinin gerisinde dünyada nelerin yaşandığı, nelerin cereyan ettiği artık saklanamaz hale gelmiştir. Kelimeler, vahşetleri örtmeye şimdiden yetmiyor… 

   Rabbimizin sayısız nimetlerle donatıp hizmetimize sunduğu dünyanın kendisinin bile nasıl bir çılgınlığa, zulme kurban gitmenin eşiğine geldiği de gözler önündedir. Geline nokta bu gün zalimleri bile korkutur, ürkütür hale gelmiştir.  
   
   Çevre kirliliğinin dillerde dolaşır hale geldiğini bir gerçektir. Ancak ondan daha tehlikeli noktalara yükselen bilgi, duygu, ölçü kirliliği üzerinde fazla durulmadığı, düşünülmediği, dillendirilmediği de bir başka gerçektir…

   Konuya bu kadar geniş bir açıdan girmeyi tercih edişim kısa bir hatırlatışla da olsa zihinlerimizin bu alanda tefekkür ufuklarında dolaşması arzusudur. 

Bizim bu satırlarda asıl söylemek istediğimiz ise yuvalarımızla ilgili birkaç kelime, üç nasihattir:   

   1 - Anne ve babalar evinizin, kendinizin ve çocuklarınızın maddî, manevî temizliğine dikkat edininiz. 

   Rabbimizin, Rasûlü'ne ilk emirlerinden olan şu emirleri ibret ve tefekkürle değerlendiriniz: 

"Ey örtüsüne bürünen!  
Kalk ve insanları hakka uyandır. 
Sadece Rabbini yüce tanı. 
Temiz tut elbiselerini. 
Yüz çevir, uzak dur, terk et putları, bütün kötülükleri ve bâtıl zihniyetleri.
Çok görüp başa kakma yaptığın iyilikleri! 
Ve Rabb'in için sabret, göster sebatını …"  (Müddesir  74/ 1-7)

   Bu âyetlerde tebliğ emri var, tevhid vurgusu var, dış temizlik var, iç temizlik var, güzel ahlâka irşad var ve inanılıp gönül verilen davada sabr ve sebat var… 

   Hıra Dağı'nda nazil olan âyet-i kerîmeler "Yaratan Rabb'inin adıyla oku!" emriyle başlıyordu. Bunu "İslâm' ın ilk emri Oku! emridir," diye biraz eksiğiyle sık sık tekrarlıyoruz. 

   Ancak bilmemiz gereken bir gerçek daha vardır. Hıra'da nazil olan bu ilk âyet-i kerimelerden sonra bir süre vahyin gelişi durmuş, daha sonra yukarıda zikredilen Müddesir Sûresinin ilk âyetleri nazil olmuştur. Yeni emirler ve irşad gelmiştir. Bir başka ifadeyle söylemek gerekirse "Yaratan Rabb'inin adıyla oku!" emrinden sonra hak davayı tebliğ ve maddî-manevî temizlik emirleri nazil olmuştur. Dolayısıyla iç ve dış temizlik İslâm'ın ilk emirlerindendir. 

   Tevhid inancının safiyet ve berraklığının, ona zarar verecek kirlerden, bulanıklıklardan uzak olmasının son derece mühim olduğunda şüphe yoktur. İki cihan saadeti temelde buna bağlıdır. 

   Onunla iç içe zikredilen dış temizliğin ehemmiyeti de gözlerden ve gönüllerden kaçamamalı, ihmale uğramamalıdır. Bedenimizin, elbiselerimizin, evimizin, eşyamızın temizliği de bu temizlik çerçevesindedir. Bu âile fertlerimizin sağlık ve sıhhati, huzur ve saadetimiz için de son derece lüzumludur. 

   Kısaca mü'minin bedeni, elbisesi, evi, iş yeri, bulunduğu ortam temiz olmalıdır. Görenin gönlüne ferahlık verecek derecede temiz… 

   Elbise veya ev temizliği denilince de lüks ve pahalılık anlaşılmamalıdır. Sadeliğin kendine ait bir güzelliği ve olgunluğu vardır. Temizlik, pahalılık ve lüksten çok farklı bir şeydir. Temizlik mü'minin şi'ârı olmalıdır. İslâm’ın emri budur. 

   Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin çevresinde bulunan ashabına söylediği şu sözler bizleri dış görünüşe dikkat, tertip, düzen ve temizlik konusunda irşad edicidir: 

"Siz kardeşlerinizin yanına geliyorsunuz. Güzel elbiseler giyin. Binekleriniz, üzerlerindeki eğerleriniz, semerleriniz, yükleriniz de düzgün olsun. Kendinize öyle dikkat edin ki, diğer insanların içinde vücuttaki güzel ben gibi göze çarpıcı ve güzel olun. Şüphesiz Allah çirkinliği, kötülüğü sevmez; çirkinleşmeyi de sevmez."  (2)

   Bir mü'min her zaman ve her yerde, giyiminin düzgünlüğü, endamının uyumluluğu ve davranışlarının olgunluğu takdir toplamalıdır.

   Esasen mü'min her şeyiyle güzel olmalıdır. Davranışlarıyla, cana yakınlığıyla, kullandığı kelimelerle, ifade gücüyle, taşıdığı niyetle, güler yüzüyle, güzel giyimiyle… Sadelikte güzelliği yakalayışıyla, zevk anlayışıyla, fıtrata güzel gelen şeyleri seçiciliğiyle, yakalayışları ve vurgularıyla takdir edilir, dostluğu istenilir ve arzu edilir bir insan olmalıdır. 

   Aynı şey evi için de geçerlidir. Evler düzenli, temiz ve hijyenik olmalıdır. Elbette çocukların hali ve çocuklu evlerin durumu bilinir. Ancak bu ihmale sebep gösterilmemeli, evde sıhhatli bir ortamın daima varlığı korunmaya çalışılmalıdır. Bu, kendimiz ve çocuklarımız için son derece lüzumludur. 


   "Temizlik İslâm’ın şi'ârıdır," dedik. Abdesti düşününüz, değişik vesilelerle emredilen guslü, diğer taharet emirlerini, hele de dişlerin temizlenmesini, yani misvağı ve misvak ile ilgili teşvik edici hadisleri, Efendimizin dişlerini misvak kullanmadaki devamlılık ve dikkatini, ümmetini bu yönde ısrarlı teşvikini düşününüz. 

   Bir şeyi daha düşününüz. Daha dün temizlik nedir bilmeyen, taharet nedir anlamayan, halen de asıl ruhunu yakalayamayan batılılardan temizlik ve düzenlilik dersi alır, onlara imrenir hale geldiğimizi… Daha doğrusu neler kaybettiğimizi ve ne hale geldiğimizi… 

   Evlerimiz bizim ve çocuklarımızın en çok vakit geçirdiği, oturduğu, yattığı, kalktığı, gülüp oynadığı, yuvarlandığı, namaz kıldığı, yemek yediği yerdir. Yuva bizim yuvamızdır. O, bizlere yakışır şekilde olmalıdır. Bu eşyanın varlığıyla değil bizim duygu ve hassasiyetimizle ilgili bir konudur.  


   2 - Babalar, âilenizin nafakasını helal yoldan temin ediniz ve bunun da bir ibadet, bir ecir ve mükafat yolu olduğunu biliniz. 

   Allah Rasûlü'nün hizmetinde bulunan Sevbân (r.a.) rivâyet ediyor: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: 

   "En fazîletli dinar, bir insanın kendi âilesinin nafakası için sarf ettiği dinardır. Allah yolunda cihad için bineğine sarf ettiği dinardır.  Allah yolunda cihad eden arkadaşlarına sunduğu dinardır." (3) 

   Bir insanın helalinden rızk kazanarak evine getirmesi, hanımının ve çocuklarının nafakasını Allah rızasına uygun bir şekilde temin etmesi, onlara izzetli ve şerefli bir hayat sunması elbette ecri hak eden bir davranıştır. Bu asil ve nezih davranış asla hafife alınmamalı, küçümsenmemelidir. 

   Nitekim hadisin rivâyet zincirinde yer alan Ebu Kılâbe (rh.a.) şöyle der: "Küçük çocukların nafakasını temin eden, onları başkalarına muhtaç olmaktan, başkalarının mallarına göz dikmekten kurtaran, onları koruyan, onların yetişip faydalı insanlar olmaları için Allah'ın vesile kıldığı, çocuklarının ihtiyacını gideren bir insanın ecrinden daha büyük bir ecir nasıl olur ki?" (4)  
  
   İnsan yavrusu diğer canlıların yavrularından farklıdır. Onun anne ve babaya diğer canlıların anne ve baba ihtiyacından daha fazladır. Belli bir çağa erinceye kadar anne ve babasının nafaka teminine, sevgi ve sıcaklığına ihtiyacı vardır. Onlar olmadan hayat basamaklarını tırmanamaz. 
   Bir geyik yavrusu doğduğundan birkaç dakika sonra ayağa kalkar, yürümeye, çok geçmeden de koşmaya başlar. Bir ördek yavrusu doğuştan yüzmeyi bilir. Onların anneye ihtiyacı olsa bile bu ihtiyaç fazla değildir. Babaya ise hiç ihtiyaç duymazlar. Kuş yavrularının çoğu gıda ve korunma için anne ve babaya muhtaçtırlar. Balık yavruları çok defa anne, babasını görmezler. Hayatını devam ettirmek için onlara ihtiyaçları yoktur. Fakat insan yavrusunun anne ve baba ihtiyacı gerçekten büyüktür. Yaratılışları da buna uygundur...

   Ayrıca evin hanımının da erkeğinin sunacağı nafakaya ihtiyacı vardır. O, bu sayede üzerine düşen annelik ve hanımlık görevlerini tam yapabilir. Elbette ki ona gönül huzuru ve sevgiyle sunulacak nafaka kişiye ecir kazandırır.

   Allah Rasûlü (s.a.v.); "Bir Müslüman âilesi için nafaka temin eder ve Allah katında sevab ümid ederek bunu âilesine sunarsa, sunduğu nafaka sadakadır, onun gibi ecir alır," (5) buyurur. 
 
   Sa'd İbn Ebî Vakkas'tan (r.a.) gelen bir rivâyet daha geniş mânâlıdır ve hanımların nafakasıyla ilgili daha net vurgu taşır: 

   "Bir mü'min Allah rızasını arzulayarak sarf ettiği her nafakadan ecir alır. Hatta hanımının ağzına koyduğu lokmadan bile ecir alırsın." (6) 

   Âile sorumluluğunu yüklenmiş bir insanın hanımına ve çocuklarına üzerinde başkalarının hakkı olan haram para, haram parayla alınmış gıda götürmesi büyük bir şuursuzluk, gerçek bir nankörlüktür. Başkalarının acı ve sıkıntılarının, göz yaşları ve bedduâlarının üzerine saadet kurulmaz. 
   Kumardan gelen paralar, nice hanelerin yıkılmasına, nice insanların nafakasızlık çekmesine sebep olan paralardır. Alın teri, göz nuru taşımayan paralardır. 

   İçki satışından gelen paralar nice yuvaların içini huzursuzlukla dolduran, nice küfür, isyan ve çirkin sözlerin dile gelmesine sebep olan paradır. Nice yuvalarda zulüm ve baskının sebebi olan paradır. Nice suçların, iğrençliklerin kaynağı olan paradır. 

   Âilesinin ve çocuklarının nafaka hakkı olan bir parayı içkiye, kumara, haram yollara veren insanlar da bunun hem dünyada, hem de mîzan gününde acı ve azabını göreceklerdir. 

   Bar, pavyon, meyhane açanların, kötülük ve çirkeflik için merkezler kuranların, içki büfelerini, kumarhaneleri kazanç kaynağı kabul edenlerin nasıl bir duygu, nasıl bir şuur taşıdıkları üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. 

   Fakirlikten dem vurup evine, çocuklarına bir kilo elma götürmeyen nice insanların parklarda ağaç ve çalı diplerine oturup bir taraftan sigara dumanladığını, diğer taraftan rakı, bira içtiğini az görmüyoruz.

   Ev mahremiyetlerini de hiçe sayarak evlere sızan ve başkalarının can ve mal emniyetini tehdit eden hırsızlar, her gün yeni bir saldırısı dile getirilen kapkaççılar, cepçiler ve çantacılar bunu nasıl bir kazanç kabul ediyorlar?..
Nasıl bir kalp, nasıl bir vicdan taşıyorlar, hangi duygularla ve nasıl yetiştiler, âkıbetleri ve âhiretleri hakkında ne düşünüyorlar?.. Yoksa bütün duyguları bastırıp şeytanlıkları hakkında hiçbir şey düşünmek istemiyorlar, düşünmekten kaçıyorlar mı? 

   Elbette şu dile getirilenlerden daha iğrenç, daha zalimce ve daha büyük kazanç yolları da var. Tasvirinden bile hoşlanmadığımız yollar. Kazançlarını çirkin temeller üzerine oturtanların, binlerce insanı günaha sürükleyerek bundan kazanç temin edenlerin ve itibar görenlerin varlığı bilinen bir gerçek…

   Bunları birkaç saniyeliğine de olsa gözlerinizin önünden geçirin. Yuvalara helal kazanç taşımanın nasıl bir nimet olduğu üzerinde tefekkür edin, kire, pasa, çamurlara ve necasete bulaşmamak için gayret edin, helal kazanç için çırpının, veren Allah'a hamd edin, şükredin, bereketi için duâ edin… 
   Çocuklarınıza az da olsa helal lokma getirmenin gururunu ve şuurunu yaşayın. Onlara da bu şuuru aşılayın. 


 *
3 - Kanaatkâr olunuz. 

   "Kanaat tükenmez bir hazinedir" denilir. O gerçekten tükenmez bir hazinedir. Bunun içindir ki Allah Rasûlü (s.a.v.); "Gerçek zenginlik mal çokluğundan kaynaklanan zenginlik değil, insanın gönül zenginliğidir,"  (7) buyurur

   Abdullah İbn Amr İbn Âs'ın (r.a.) naklettiği bir hadiste: 
   "Müslüman olan, yetecek derecede rızıklandırılan ve Allah tarafından kendisine verilen nimetlere kanaatkâr kılınan kimse felaha ermiştir," (8) buyrulur.
 
Dünyalık ve makam hırsı insanı bir çok hataların içine sürükler ve dostlarından eder. Âile yuvalarındaki kanaatsizlik yuvaları huzursuz, âile fertlerini tedirgin, güneşli günleri bile karanlık eder. Gönüllerde yeşeren birçok güzel duyguyu siler, hissedilemez hale getirir. Birçok yuvanın dağılma sebebidir. Allah Rasûlü (s.a.v.);

    "Yazıklar olsun altına, gümüşe, kadifeye, ipekli kumaşlara kul olanlara! Onları elde edince hoşlanıp, elde edemeyince razı olmayanlara!" (9) buyurur.

   Bütün bunlara rağmen dünyalık ve makam hırsının günümüzde giderek arttığını, kanaatsizliğin gönülleri kapladığını, bir çok huzursuzluğun ve geçimsizliğin kaynağı haline geldiğini, insanları heves ve arzuları peşinde sürüklemeye başladığını görüyoruz.
 
   Hırs kolay kolay aşılmaz bir çöldür, içinde tedbirsiz ilerledikçe susuzluk ve ihtiyaç artar, susuzluk ilerledikçe seraplar görülür ve peşinden koşulur, koşular susuzluğu artırır… Sinirler gerilir, zayıf iradeler çözülür… 

   Var olana rıza göstermek, alın teriyle kazanmak, helal lokma yemek, helal giyinmek, barınacak bir yeri olmak, elde edilen nimetlere şükretmek dünyanın daha güzel görünmesine, saadet duygusunun gönle yayılmasına vesiledir. Bu insanların âile yuvalarına giren her yeni eşya sevinç kaynağı olur… 

   Bu gün evleri doldurup neredeyse ev içinde ev sakinlerine yer bırakmayan eşyanın çeşnisini düşününüz. Onlar için yapılan masrafları, edinilen borçları, çekilen sıkıntıları… Rahat ve konfor için sıkıntı, tedirginlik ve sıhhat kayıplarını… Hiç de bir birine uygun olmayan duygu ve arzuların yan yana gelişi, iç içe yaşayışı… 

   Yeni kurulan yuvalar için artık gerekli kabul edilen, olmazsa olmazlardan sayılan eşyanın bir listesi yapılsa kaç kalem tutar dersiniz?! Oturma odası takımı, yatak odası takımı, koltuk takımı, mutfak eşyası, bardak, tabak, fincan, tencere takımları, çamaşır, bulaşık makinesi, buzdolabı, ocak, fırın, ütü, televizyon, dolaplar ve daha neler neler… Sonunda düğün borçları ve bu kadar eşyanın bedelini ödemek için çekilen sıkıntılar… Bu yüzden zorlaşan evlilikler… Eşya alınırken yapılan kavgalar, gönül kırgınlıkları ve küskünlükler… 

   Bunları tenkitten çok üzerinde biraz durup düşünmemiz için dile getirmeyi tercih ettik. Çok derinlere dalıp gitmeden bir şey hatırlatmak istiyoruz: 

   Yeryüzünde kurulan yuvaların en güzellerinden biri Hz. Ali ile Hz. Fatıma' nın kurduğu yuvadır. Şimdi Hz. Ali'yi dinliyoruz: 

   "Rasûlullah'ın (s.a.v.), Fâtıma (r.a.)'ya hazırladığı çeyiz, bir elbise bohçası, bir su kırbası ve içi izhir otuyla doldurulmuş bir yastıktan ibaretti."  (10)

   Bu çeyiz listesi elbette ki bağlayıcı değildir. Ancak bizlere çok şey anlatıyor olmalıdır. Biz onun ifade ettiği mânâ üzerine ayrıca söz söylemek istemiyoruz. Bilinmesini, üzerinde düşünülmesini ve içinde bulunduğumuz kanaatsizliğin, aşırı taleplerin bir muhasebeden geçirilmesini arzu ediyoruz.  

*
   Bir insan dünyalık konusunda kendisinden daha zor durumda olan insanlara, amel ve takvâ konusunda daha iyi durumda olanlara bakmalıdır. Aşağıya bakıp şükretmeli, muhtaçlara yardım elini uzatarak sıkıntılarını azaltmaya çalışmalı, üste bakarak gıpta etmeli, manevî duygular, takvâ ve güzel hasletler konusunda kendisinden daha iyi olan insanlarla salih amellerde, Allah'ın rızasını, af ve mağfiretini elde etmede tatlı bir yarışa girmelidir. Bu kendisini, kendisiyle beraber bu yarışa ortak olan âilesini de yüceltir, onlara da değer kazandırır. 

   Zikr-i Hakîm'in irşadına kulak veriniz: 

  "Rabbinizin mağfiretine ve takvâ sahipleri için hazırladığı genişliği gökler ve yer kadar olan Cennete koşun. 

   O takvâ ehli insanlar ki, bollukta da, darlıkta da infakta bulunurlar, öfkelerine hakim olurlar, insanları affedicidirler. 

   Allah güzel ameller ve davranışlarda bulunanları sever." (Âl-i İmrân 3/ 133-134) 

   Dünya fânîdir. Her nefis ölümü tadacaktır. İnsan bu hayattan gelip geçen bir yolcu gibidir. Üstelik o geçtiği saatlerden, dakikalardan, aylardan, yıllardan bir daha geçmesi mümkün olmayan bir yolcudur. 

   Dünyaya ve dünyalığa tutulma, heva ve heveslere, hırslara ve iştahlara esir olma, bütün emel ve ümitleri dünyaya bağlama fanîlik açısından bakıldığında kadar mânâsızdır… 

   Ancak dünyada hayat yolculuğu yapan bir insan aynı zamanda bu yolculuğuyla ebedî saadeti kazanan veya kaybeden bir yolcudur. Bu üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir bakış açısıdır. Hayat yolculuğuna bu açıdan bakıldığında o ne kadar kıymetli, ne kadar büyük bir fırsattır. Çünkü âhiret hayatı bu hayata bağlıdır. Her saati, her günü, her yılı ayrı bir kıymet taşır. Boşa harcanması gerçekten büyük bir kayıptır. Batıla harcanması ise gerçekten büyük bir aldanış, gaflet ve düşüncesizliktir. 

   Bütün insanlara yöneltilen şu ilahî ikazı tekrar tekrar okuyunuz ve tefekkür ufuklarında dolaşınız:

   "Ey İnsanlar! Allah'ın vaadi haktır, mutlaka gerçekleşecektir. Dünya hayatı sizleri aldatmasın. Görevi aldatmak olan Şeytan da Allah yolunda sizleri kandırmasın. 
   O, sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman olarak bilin ve öyle tanıyın. O, kendi peşine düşenleri, onun safında yer alanları sonuçta çılgın alevlerle kaynayan Cehennem ehlinden olmaya çağırır. 

   İnkar eden, küfür bataklığını tercih edenler için şüphesiz şiddetli bir azab, iman edip, salih ameller işleyenler için de Allah'ın mağfireti ve büyük bir mükafat vardır. (Fâtır - 35/ 5-7) 

   Dünyanın fanîliğini biliniz, kıymetini idrak ediniz. Zamanınızı boş şeyler uğruna harcamayınız. Hayatta ve âile yuvanızda kanaatkâr olunuz. Ömrünüzü, dostluğunuzu, âilenizi, akrabalık bağlarınızı dünya ve âhiret saadetinizi hırslar, nefis arzuları peşinde koşarak heba etmeyiniz. Sadeliğin, tabiîliğin, Rabbimize teslimiyetin, gönle yerleşen manevî duyguların ve yeşeren ümitlerin güzelliğini yaşayınız. 

   Dünyalık içinde yaşayanların çoğunun daha fazlasına ihtiyaç duyarak yaşadıklarını, muhtaçlık hissini kalplerinden silemediklerini, gerçek zenginliğin gönül zenginliği olduğunu unutmayınız. 

   Rabbimizin bahşettiği imkânlara şükrediniz ve onları Allah'ın helal çizgileri içinde değerlendirerek daha kıymetli bir kazanç elde ediniz. Teslimiyetinizin huzur, şükrünüzün bereket, azminizin muvaffakiyet getireceğini unutmayınız…

   İç dünyamızın sağlamlığı dış dünyayı sağlamlaştıracak, âile yuvalarının sağlamlığı cemiyeti ve milleti canlandıracak, güçlendirecek, hedef ve gayesi ifsad olanların emellerini boşa çıkaracaktır. 


 *
1-Bak: Fatiha Sûresi, Âyet 7, Bakara, Sûresi, Âyet 61, 90, Âl-i İmrân, Sûresi, Âyet 112, Mâide Sûresi, Âyet 60, 64.
 2-Bu hadisi Ebu Dâvud Sünen'inde, Libas (4/ 349-350), İmam Ahmet, Müsned'inde (4/ 180), Hâkim, Müstedrek'te, Libâs (4/ 183) rivâyet eder.
3- Sahih-i Müslim, Zekat (2/ 691- 692, Hadis No: 994)
4-Sahih-i Müslim, Zekat (2/ 692)
5- Sahih-i Buhârî, İman (1/ 362), Sahih-i Müslim, Zekat (2/ 695, Hadis No: 1002) Hadisi Ebu Mes'ûd el-Bedrî (ra) rivâyet eder.
6-Hadis müttefekun aleyh olan bir hadistir. Sahih-i Buhârî, İman (1/ 365), Sahih-i Müslim, Vasıyye (3/ 1251)
7-Hadis müttefekun aleyhtir. Sahih-i Buharî, Rikak (19/ 11), Sahih-i Müslim, Zekât (2/ 726)
8-Sahih-i Müslim, Zekât (2/ 730)
 9-Sahih-i Buhârî, Cihad (11/ 419-420)

 10-Sünen-i Nesâî, Nikah (6/ 135)