29 Ekim 2016 Cumartesi

TEKNOLOJİ BAĞIMLILIĞI NEDİR?


TEKNOLOJİ BAĞIMLILIĞI NEDİR?

Teknolojinin insan hayatına getirdiği sayısız faydalar var. Ancak kişinin teknoloji kullanımı üzerinde kontrolünün kaybolması ve teknolojiyi ölçüsüz ve sınırsız kullanması çok ciddi zararlara sebep olabilir. İnternet ve teknoloji bağımlılığı diğer bağımlılıklarda olduğu gibi kişinin bağımlısı olduğu teknolojik ürüne ulaşamadığında yoksunluk yaşadığı bir durum olarak tanımlanmaktadır.
Teknoloji bağımlılığının belirtileri
  • Yalnızca birkaç dakika diyerek saatler harcamak.
  • Çevrenizdekilere ekran karşısında geçirdiğiniz zaman hakkında yalan söylemek.
  • Uzun süre bilgisayar kullanmaktan dolayı fiziksel sorunlardan şikâyet etmek.
  • Anonim bir kişiliğe bürünmek, insanlarla internet üzerinden konuşmayı yüz yüze konuşmaya tercih etmek.
  • İnternete girmek için yemek öğünlerinden, derslerden ya da randevulardan ödün vermek.
  • Bilgisayarınızın başında çok fazla zaman geçirdiğiniz için suçluluk duyuyorken bir yandan da büyük bir zevk almak ve bu iki duygular arasında gidip gelmek.
  • Bilgisayarınızdan uzak kaldığınız zaman gergin ve boşluktaymış gibi hissetmek.
  • Gece geç saatlere kadar bilgisayar başında kalmak.

Teknoloji bağımlılığının neden olduğu sorunlar
Fiziksel şikâyetler
  • Gözlerde yanma
  • Boyun kaslarında ağrı ve sertleşme
  • Beden duruşunda bozukluk
  • Elde uyuşukluk
  • Halsizlik

Sosyal alanda görülen şikâyetler
  • Akademik başarıda düşüş
  • Kişisel, aile ve okul sorunları
  • Zamanı idare etmede başarısızlık
  • Uyku bozuklukları
  • Yemek yememe
  • Aktivitelerde azalma
  • İnternet arkadaşları dışında izolasyon

Bağımlılığı kontrol altına alma yöntemleri
  • Günlük internet kullanım saatlerini değiştirin.
  • Haftalık internet kullanımı çizelgeleri hazırlayıp, uyulmasını sağlayın.
  • Destek grupları ya da aile terapisi gibi yöntemleri hayata geçirin.
  • Yapmayı isteyip de fırsat bulamadığı faaliyetleri bir deftere yazmasını sağlayın, internet kullanmak için yoğun istek duyduğunda yazdıklarından birini yapmasını isteyin.

Çocuk ve ergenlerde bağımlılığı önleme
2 yaşından küçük çocukların internet, tv ya da bilgisayarla karşılaşması uygun değildir. Okul öncesi yaş grubu için günde 30 dakikayı geçmeyecek şekilde internet kullanımı yeterlidir. İlköğretimin ilk 4 yılında ödev haricinde oyun ve eğlence için günlük 45 dakika zaman ayrılmalıdır. Sonraki yıllarda hafta sonu daha esnek olmakla birlikte günde 1 saat kullanım uygundur. Lise çağında da günlük 2 saat yeterlidir.

Biliyor musunuz?
  • Yoksunluk durumu; bağımlı öğrencilerin % 74,5’inde saptanırken bağımlı olmayanların % 10,5’inde saptanmıştır.
  • İnternette geçirdiği zamanı gizlemek için yalan söyleme; bağımlı öğrencilerin % 38’inde saptanırken, bağımlı olmayanların % 4’ünde saptanmıştır.
  • İnternette geçirdiği zamandan suçluluk duyma, bağımlı öğrencilerin % 33’ünde saptanırken, bağımlı olmayanların % 4,3’ünde saptanmıştır.

Ne yapmalı?
  • Çocuklarınızı arkadaşları ile doğal yollardan görüşmeleri için yönlendirin, akran grupları içerisinde sosyalleşmesini sağlayın.
  • Çocuklarınızı yetenek ve ilgi alanlarına uygun spor dallarına yönlendirin.
  • Çocuğunuzun arkadaşlık ilişkilerini destekleyin, onları bir araya getirecek aktivite planlayın.
  • Çocuğunuzun bilgisayar kullanımını kontrol edin ve sanal ortamdaki arkadaşlarını tanıyın.
  • Bilgisayarlarınızda güvenli internet uygulamalarının olmasına özen gösterin.
  • Uzun süreli bilgisayar kullanan çocuğunuzu engelleyemiyorsanız mutlaka uzman yardımı alın.

Ne yapmamalı?
  • Akıllı telefon/tablet vs. gibi aletleri çocukları teselli etmek, susturmak için asla kullanmayın.
  • Çocukların kontrolsüz ve uzun süre internet kullanmasına izin vermeyin.
  • Yemek ve çay saatlerinde bilgisayar başındaki çocuğa servis yapmayın, size katılmasını sağlayın.
  • TV veya internet benzeri teknolojik alet merkezli ev düzeni kurmayın.

28 Ekim 2016 Cuma

HZ. İBRAHİM’İN DUASI


HZ. İBRAHİM’İN DUASI

İbrahim ve onunla birlikte olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.[1] O, ince ruhlu, yumuşak huylu, gözü yaşlı bir peygamberdir.[2] Bütün insanlığın atası, merhamet sahibi babası: O’dur.[3]
Allah’a teslim olup da iyilik yapan ve tüm kalbiyle İbrahim’in yolunu takip eden kimseden daha üstün kim olabilir? Allah, İbrahim’i kendisine dost edinmiştir.[4] İbrahim, Rabbinin Halil’idir. İnsanlara daima iyilik eden, yaptıklarının karşılığını Rabbinden isteyen ve kimseden hiçbir şey beklemeyendir.[5]
Kendini bilmezlerden başka, İbrahim’in dininden kim yüz çevirebilir? O, insanlığın lideri, ahiretin salihidir. Rabbi ona Müslüman ol dediğinde, o hemen, “âlemlerin Rabbine teslim oldum” demiştir.[6] 
Babasını Allah’a davet eden, onun cehenneme gitmesine gönlü razı olmayan, gözyaşları içerisinde “Babacığım babacığım” diyerek Müslüman olması için yalvaran vefa ve merhamet sahibidir. Babasının azarlamasına, taşlayarak evinden kovmasına karşılık, babası için dua eden, hidâyete ermesi için Rabbine niyazda bulunan hayırlı bir evlattır.[7]
Hiç babamız için dua ediyor muyuz? Onlar bizim için bunca çile çekerken, biz onlar için neler yapıyoruz? Sabah vakti babamızı namaza kaldırıyor muyuz? Okuduklarımızı, öğrendiklerimizi, Allah’ın kitabındaki âyetleri babamızla paylaşıyor muyuz? Babamız bir kusur işlediğinde onun için endişelenip tatlı bir dille onu uyarıyor muyuz? Sahi, biz babamızı gerçekten seviyor muyuz?
İbrahim (as), kavminin içinde bulunduğu sapıklıktan rahatsızlık duyan, onların putlara tapmasından muzdarip olan ve onların hidayete ermesi için elinden geleni yapan, kameri, yıldızları, güneşi misal veren, sonra sözü Rabbine getiren ve O’na çağıran mükemmel bir davetçidir.[8]
Halkını uyarmak, onları ateşin azabından korumak için putları kıran, kavmine doğru yolu göstermek için canını hiçe sayan fedakâr bir kahramandır.[9]
O, zalim hükümdar Nemrud’un karşısına çıkarıldığında Hakkı haykırmış, muhataplarının delillerini en güzel bir şekilde çürütmüş eşsiz bir İslâm mücahididir. Ateşe atılırken en küçük bir endişe dahi hissetmeyen, canını kurtarmak için kimselere yalvarmayan, Rabbine sığınan, O’na tevekkül eden, kızgın ateşlerin yakamadığı mucize bir kimsedir.[10]
Ben Rabbime gidiyorum diyerek yurdunu terk eden, diyar diyar dolaştığı hicret yollarında, hanımı ve yeğeninden başka kimsesi olmayan yalnız bir yiğittir.[11]
Rabbinden bir evlat isteyen, bir oğlu olduğunda ise onu tevhid üzere kurulacak bir şehirde muvahhid bir neslin yetişmesi için çöllere terk eden, tevhid hareketinin merkezinin mimarı, akılların alamayacağı inanılmaz bir insandır.[12]
Ömrümüzün sonlarında sahip olduğumuz biricik çocuğumuzu çöle terk edebilir miyiz? Ondan aylarca, yıllarca uzak kalabilir miyiz? Bu hadiseyi okurken ya da dinlerken Hacer’in ve oğlunun macerasını merak ediyoruz da, yaşlı bir adamın teslimiyetini ve duygularını neden hiç hesaba katmıyoruz?
Gözünün nurunu, yaşlılığında kendisine verilen paha biçilmez armağanı, canının parçası oğlunu Allah için kurban etmeye gidene ve O’na Rabbinin rızası için itaat eden on üç yaşındaki sabır dolu çocuğa selam olsun.[13]
Çocuklarının dünyalarını düşündükleri gibi ahiretlerini de hesaba katan, Onlara Allah ve Resûlü’nü anlatan, karanlık gecelerde namaza kaldıran ve bizim çocuğumuz da Rabbine davet eden güzel bir davetçi olsun diyen annelere ve babalara da selam olsun. Onlar oldukça İbrahim aleyhisselam’ın fedakârlığı unutulmayacak, O’nun tevhid mücadelesi var olmaya devam edecektir.
İbrahim (as), âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olan, müminler için inşa edilen yüce mabedin, Kâbe’nin mimarıdır. İnsanları Allah’ın emriyle hacca, felaha ve rahmete çağırandır.[14] Binlerce yıldır insanlar, İbrahim’in davetine uymakta, yeryüzünün her köşesinden Kâbe’ye koşmaktadır.
O, tek başına bir ümmet,[15] meşakkatli dünya imtihanını başarıyla aşmış, bütün müminlerin önderi olmuş yüce bir peygamberdir.[16] O, İslâm’ın sancaktarı, hayatı boyunca batılla mücadele etmiş bir tevhid sembolüdür.
İbrahim (as) ailesi, Allah’ın (cc) mübarek kıldığı, milyarlarca müminin namazlarında duada unutmadığı pek bahtiyar bir ailedir. Ailenin babası Harran’da, Suriye’de, Filistin’de, Ürdün’de, Mısır’da ve Arap yarımadasında tevhid üzere nice şehirler kurmuş, Hakka dayalı bir medeniyet tesis etmek için ilerlemiş yaşına bakmadan köy köy, kasaba kasaba dolaşmıştır. Yeğeni Lut (as) Ürdün’de, oğlu İshak (as) Suriye ve Filistin’de, diğer oğlu İsmail (as) Mekke’de tevhid hareketinin lideri olmuştur. Yalnız başına ben ne yapabilirim sorusuna en güzel cevap İbrahim aleyhisselam’dır.
Hakka tapan bir hanif olan İbrahim’in dinine tabi ol. O hiçbir zaman Allah’a ortak koşanlardan olmadı.[17]
Kitapta İsmail’i de an. Çünkü o sözüne sadık bir kimseydi. Resûl ve peygamberdi.  Ailesine namazı ve zekâtı emrederdi. O, Rabbinin rızasına ermişti.[18]
Önceleri Hacer, Firavunun sarayındaki sayısız hizmetçiden sadece birisiydi. Sonra Allah’ın dostunun hanımı oldu.  Bir gün kendisini kucağındaki yavrusuyla, uçsuz bucaksız bir çölde, kuş uçmaz kervan geçmez, kimselerin görmek istemediği, otun dahi bitmediği kayalık bir yerde belki de dünyanın en mütevazı yerinde buldu. Siyahi mütevazı kadın, mütevazı topraklarda ailesiyle birlikte Mekke şehrini kurdu. Hacer, Zemzemle ve Safa ile Merve arasında koşan müminlerin dillerindeki dualarla ölümsüzlüğe erdi. Mekke, İbrahim’in Kâbe’siyle, müminlerin sevgilisi, ilk fırsatta gidilen, her daim özlenen bir şehir oldu. Mütevazı olanlar Allah’ın (cc) kudretiyle yüceliğe ulaştı.
Muhammed aleyhisselam işte bu ailenin çocuğudur. İbrahim (as) gibi Allah’a Halil olan bir kulun torunu ancak Allah’ın habibi olabilir. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail, Kâbe’yi inşa ettikleri sırada Rablerinden Muhammed aleyhisselam’ı istemişlerdir.
Rabbimiz içlerinden, onlara Senin âyetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her türlü kötülükten arındıran bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve hâkim olan yalnızca Sensin.[19]
Bir İslâm Peygamberi olan Efendimiz Hz. İsa, İsrail oğullarına O’nu müjdelemiştir.[20] Hz. İbrahim’in duası ve Hz. İsa’nın “Ahmed” diyerek müjdelediği peygamber, genç yaşında dul kalmış Kureyşli bir hanımın rüyalarını süslemektedir.


[1] Mümtehine sûresi, 4.
[2] Tevbe sûresi, 114.
[3] İbrahim ismi Süryanice’de ‘merhametli baba’ manasına gelmekte olup İbranice’de de ‘insanlığın atası’ anlamını taşımaktadır.
[4] Nisa sûresi,125.
[5] Tecrid-i Sarih, IX, 102.
[6] Bakara sûresi, 130-131.
[7] Meryem sûresi, 41-45.
[8] Enam sûresi, 74-83.
[9] Enbiya sûresi, 51-67.
[10] Enbiya sûresi, 67-71.
[11] Saffat sûresi, 99; Ankebut sûresi, 26.
[12] İbrahim sûresi, 37; Bakara sûresi, 128.
[13] Saffat sûresi, 99-113;Hz. İsmail’in kurban edileceği sıradaki yaşı için bkz: İsmail Yiğit, Peygamberler Tarihi, 290; Mevdudi, Tevhid Mücadelesi ve Hz Peygamberin Hayatı, 531.
[14] Al-i İmran sûresi, 95-97; Bakara sûresi, 127.
[15] Nahl sûresi, 120.
[16] Bakara sûresi, 124.
[17] Nisa sûresi, 123.
[18] Meryem sûresi, 54.
[19] Bakara sûresi, 129.
[20] Saf sûresi, 6.
Yazar: 



23 Ekim 2016 Pazar

BİR İNSAN KAZANMAK


BİR İNSAN KAZANMAK
İlâhî daveti bütün insanlığa benimsetme aşkı, Rasûl-i Kibriyâ Efendimize derin bir heyecan veriyordu. Gönüllerini bu davete kapayanlara acıyarak, üzülerek bakıyordu. Bunlar bilmiyorlar; bilmedikleri için böyle davranıyorlar; ben onlara bilmedikleri gerçeği anlatmalıyım, diye düşünüyor ve kendini tüketircesine gayret ediyordu.
Âmâ Geldi Diye
Bir gün çok garip bir şey oldu. Efendimiz Mekke’nin ileri gelen kâfirlerinden birkaçıyla oturmuş konuşuyordu. Onlara İslâmiyet’in güzelliğini anlatıyor, Müslüman olmanın ne büyük bahtiyarlık olduğunu söylüyordu. Adamlar ayak direyince, konuyu bir başka açıdan ele alıyor; onların katılaşmış kalplerini yumuşatmaya çalışıyordu.
Derken içeriye Abdullah ibni Ümmi Mektûm girdi. Gözleri görmüyordu İbni Ümmi Mektûm’un. Bu sebeple de Fahr-i Kâinât’ın nasıl bir ruh hâleti içinde olduğunu fark etmiyordu. Bu adamları kazanırsa, onların bir işaretine bakan yüzlerce insanın kurtuluşa ereceğini hayallediğini bilemiyordu. Yeni nazil olan ilâhî buyrukları öğrenme arzusuyla:
“Yâ Rasûlallah! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret.” diye bağırdı.
İbni Ümmi Mektûm’un böyle bağırmasını yersiz bulan Fahr-i Cihân Efendimizin canı sıkıldı. Pişmiş aşa soğuk su kattığı düşüncesiyle ona dönüp bakmadı bile. Zira Rahmet Peygamberi’nin ümit dolu gönlü bu kaşarlanmış kâfirleri kazanma heyecanıyla yanıyordu.
İbni Ümmi Mektûm, sözlerini Nebiyi Ekrem’e duyuramadığını hesap ederek aynı sözleri bir daha, bir daha söyledi. Efendimizin iyice canı sıkıldı ve mübarek yüzünü ekşitip öte yana döndü.
Rahmet Peygamberi’nin bu tutumu, Abese Sûresi’nin nazil olmasına sebep oldu. Sûre şöyle başlıyordu:
“Âmâ kendisine geldi diye yüzünü ekşitip çevirdi.
Rasûlüm! Onun hâlini sana kim bildirdi?
Belki o senden öğrendikleriyle temizlenecek yahut öğüt alacak, bu öğüt kendisine fayda verecekti…”
Ayetler, kazanılmış bir gönlü, nasıl olsa bizdendir düşüncesiyle ihmal ettiği için Allah Rasûlü’nü kınıyordu. Kâfirleri İslâm’a davet uğrunda Rabbin’den azar işiten Rasûl-i Ekrem (s.a.s), yanına Abdullah ibni Ümmi Mektûm’un her gelişinde:
“Ey hakkında Rabbimin beni azarladığı zât, merhaba!” diye onu yanına çağırır, iltifat eder ve ridâsını altına yayardı.

Kendini mi Mahvedeceksin?
Fahr-i Cihân’ın davet aşkı, İslâm’ı sevdirip benimsetme arzusu, işte böylesine alev alevdi. Rahmet Güneşi’nin engin gönlü herkesin doğru yolu bulmasını, cennete ulaşmasını, ebedî azaptan kurtulmasını istiyordu. Bunu öylesine istiyor, kendini işine öylesine kaptırıyor, İslâm’a karşı tavır almasınlar diye öylesine gayret sarf ediyordu ki, Allah Teâlâ onu:
“Onlar iman etmeyecek diye kendini mi helâk edeceksin?” diye uyardı (Şuarâ 26/3).
Bu ilâhî ihtar ona, ancak ezelde bahtiyar diye yazılanların doğru yolu bulacağını, bahtsızlığı seçenlerin kurtulamayacağını hatırlattı. Eğer herkesin Müslüman olması gerekseydi, gökten indirilecek bir mucize ile bunun kolayca temin edileceğini ve o zaman herkesin ister istemez hidayete ereceğini bildirdi. Demek ki Kâinatın Sahibi bunun böyle olmasını istiyordu. Neden böyle olması gerektiğini de sadece O biliyordu.
Ne var ki, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz rahmet ve şefkatinin aynası olan, bu sebeple de kendisine: “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyrulan Habîbullah’ın, herkesi kurtarma aşkıyla içi yanıyordu. Önce kendi yakınlarını, kendi kavmini kazanmak, sonra da ötelere, daha ötelere giderek bütün insanları kurtarmak istiyordu. İlâhî davet karşısında kendi kabilesinin ayak dirediğini görünce onlara kızdığı oluyor ve:
“Kureyş ne sanıyor? Allah’a yemin ederim ki, tek başıma da kalsam ya bu dini yayacağım veya bu uğurda öleceğim.”, diyordu.
Fahr-i Cihân bir savaştan dönüyordu. Mescid’de iki rekât namaz kıldıktan sonra sevgili kızı Hz. Fâtıma’nın evine uğradı. Her zaman böyle yapardı. Önce kızını görüp kucaklar, sonra hanımlarının yanına giderdi. Hz. Fâtıma babasının yüzünü, gözünü öperek ağlamaya başladı.
- Niçin ağlıyorsun, yavrum, diye sordu Rasûl-i Kibriyâ.
Hz. Fâtıma:
“Babacığım, gül rengin solmuş, elbisen eskimiş.” deyince Şâh-ı Enbiyâ Efendimiz şunları söyledi:
“Ağlama, Fâtıma! Allah Teâlâ senin babana bir görev verdi. İsteseler de istemeseler de, yeryüzünde insanın yaşadığı her yere bu din girip yayılacaktır. Benim vazifem de bunu sağlamaktır.”
Rasûl-i Ekrem Efendimizi başarıya götüren, Allah’ın yardımıyla birlikte, bütün cihanı kucaklayan bu azmi ve gayretiydi. Buyurduğu aynen gerçekleşti. Güneşin doğup battığı her yere İslâmiyet girdi. Her yerde Müslümanlar muzaffer, küfür zelil ve hakir oldu.

Bir Kişi için
Hayber’in kuşatıldığı günlerdeydi. Efendimiz ashâbına, ertesi gün sancak-ı şerîfi Allah ve Rasûlü’nü seven, onlar tarafından da sevilen birine vereceğini ve fethin onun eliyle gerçekleşeceğini söyleyince, Müslümanlar çok heyecanlandılar. Bu bahtiyarın kim olduğunu düşünmekten gözlerine uyku girmedi. Seyyid-i Kâinât Efendimiz ertesi sabah sancağı Hz. Ali’ye teslim ederken ona İslâm davetinin ruhunu şu sözlerle özetledi:
“Ali! Hiç acele etme. Oraya varınca önce onları İslâm’a davet et ve Allah’ın buyruklarını kendilerine bildir.
Ali! Senin bu davet ve irşadınla tek bir kişinin Müslüman olması, senin için dünya servetine bedeldir”.
Evet, İslâm davetinin ruhu, işte bu son cümlede yatmaktadır: Bir insan kazanmak…
Bir Yahudi çocuğu Server-i Kâinât Efendimize hizmet ederdi. Çocukcağız bir gün hastalandı. Efendimiz kalkıp onu ziyarete gitti. Başucuna oturdu ve:
“Müslüman ol, yavrum!” dedi.
Çocuk yanında duran babasının gözlerine baktı.
Babası:
“Muhammed’in arzusunu yerine getir” deyince çocuk Müslüman oldu.
Gönlü herkese şefkatle dolu olan Efendimiz:
“Onu ateşten kurtaran Allah’a hamd olsun” diyerek oradan ayrıldı.
              `
Bu hadisler ve hâdiseler bize her Müslüman’ın yeryüzünde Allah’ın halifesi ve Rasûl-i Zîşân’ın mirasçısı olduğunu hatırlatıyor. Her birimiz bir kişi kazanma ümidiyle yola çıkmalıyız. Bizim elimizle hidayete erecek o meçhul şahsın veya şahısların kim olduğunu bilemediğimiz için de, ilâhî davetin her muhatabına ümitle, sevgiyle, şefkatle yaklaşmalıyız. Tıpkı Efendimizin takip ettiği davet siyasetine uygun olarak, önce kendi yakınlarımızdan, kendi milletimizden, konuşup anlaşabildiğimiz insanlardan başlayarak yürümeliyiz. Ümidimizi asla kaybetmeden.
Bi’r-i Maûne’de şehid olan ashâb-ı kirâm’dan Hakem ibni Keysân’ın Müslüman oluşu ne kadar ibretlidir. Hicretin on yedinci ayında bir Kureyş kervanını ele geçiren Müslümanlar, bu arada Hakem ibni Keysân’ı da esir etmişlerdi. Esiri önce öldürmek istediler. Sonra vazgeçip onu Hz. Peygamber’in huzuruna getirdiler. Efendimiz Hakem’i İslâm’a davet etti. Fakat o kabul etmedi. Efendimiz her zaman olduğu gibi ümitliydi. Onu bir daha, bir daha davet etti. Hakem’in oralı olmadığını gören Hz. Ömer dayanamadı:
“Bununla ne diye konuşuyorsun, yâ Rasûlallah! Bırak da şunun kellesini uçurayım.” diye celâllendi. Rahmet Güneşi buna izin vermedi. Sonunda Hakem ibni Keysân Müslüman oldu ve İslâm’a güzel hizmetler etti. Hâkem’in Bi’r-i Maûne’de şehid düşmesinden sonra Hz. Ömer bu olayı anlatır, onu metheder ve vaktiyle söylediklerine pişman olduğunu ifade ederdi.
Bize yakışan:
“Yâ ilâhî rahmetinden kimseler dûr olmasın!” düşüncesiyle herkese hoşça bakmaktır. Kim bilir beğenmediğimiz niceleri, ne mükemmel bir kul olacak, Allah’ın dinine ne güzel hizmetler edecek, bizi de kendisine imrendirip hayran bırakacaktır.
Öyleyse; ömrümüzün geri kalan sayılı günlerini, hep bir insan kazanma heyecanıyla değerlendirelim…

Yazar: 


22 Ekim 2016 Cumartesi

ÇOCUKLARINIZA GÜZEL ÖRNEK OLUNUZ


ÇOCUKLARINIZA GÜZEL ÖRNEK OLUNUZ
Çocuklar, canlı, şen şakrak tavırlardan, hareketlilikten, gülümseyerek kendisine yaklaşılmasından, neşeli sözlerden hoşlanırlar. Sevdikleri ve saydıkları insanların kendilerine değer verdiğini, yakınlık duyduğunu hissederlerse bundan mutluluk duyarlar. Latifeler de yakınlık, samimiyet ifade eden davranışlardandır.
Biz, Allah Rasûlü’nü(sav) güler yüzüyle, engin hoşgörüsü, tevâzûsu, tatlı ve içten sözleriyle tanıyoruz. Mizah yönü fazla olmamakla birlikte onun zaman zaman şakalaştığını ve şakalarının da birer güzellik taşıdığını biliyoruz.
Allah Rasûlü’nün(sav) çocuklarla latîfeleştiğine dair örneklerden biri de Efendimizin Enes’e(ra);“Ey iki kulaklı!” diye hitab ederek takıldığıdır.[1]
Evet, her sağlıklı insan iki kulaklıdır. Ancak bir çocuğa adıyla veya daha ciddî bir şekilde hitap yerine böyle şaşırtıcı ve şaşkınlığın arkasından gülümsetici bir şekilde hitap ederseniz, size karşı daha fazla sıcaklık duyar, birden neşelenir, aynı canlılık ve neşeyle size cevap verir.
Bu, aynı zamanda takılarak hitap eden insanın neşesinin yerinde olduğunun, sevincini, neşesini veya sevgisini, yakınlığını karşısındakiyle paylaşmak istediğinin de işaretini verir.
*
Enes’ten(ra) bir başka takılışı dinliyoruz: 
“Rasûlullah(sav) beni “Bakla” diye lakaplandırdı. Çünkü bakla topluyordum."[2]
Bu, devamlı bir lakaplandırma değildir. Daha ziyade Enes’e takılmak, onunla şakalaşmak için sesleniştir. Enes(ra) da zaten böyle anlamış ve böyle nakletmiştir. 
Hz. Enes’in Allah Rasûlü’nün bu hitaplarına sevindiği, sonraki nesillere; “Rasûlullah(sav) bana bu derece yakınlık duyardı,” manasına anlattığı bir gerçektir.
*
Bu mânâda başka bir hatırayı Muhammed İbn Rebi‘(ra) anlatıyor:
“Beş yaşlarındaydım. Allah Rasûlü’nün kovadan ağzına su alarak yüzüme doğru püskürttüğünü hatırlıyorum.”[3]
Bazı rivâyetlerde “kovadan” yerine “kuyularının suyundan” şeklinde geçer.[4] Bundan da Muhammed İbn Rebi’lerin bahçelerinde kuyularının olduğu, Allah Rasûlü’nün bu kuyudan dolan bir kovadan ağzına su alarak küçük Muhammed’e püskürttüğü anlaşılır.
Kaynakların verdiği bilgiye göre bu hadise, Allah Rasûlü’nün hayata gözlerini yummadan kısa bir süre önce, ömrünün son yılında cereyan etmiş bir hadisedir.[5] Dolayısıyla küçük Muhammed, sonraki yıllarda bu hatırayı Allah Rasûlü(sav) ile bir daha paylaşma imkanı bulamamıştır. Yaşadığını paha biçilmez bir hatıra olarak korumuştur.
*
Enes’ten(ra) bir başka hatıra dinliyoruz:
Allah Rasûlü(sav) bizim aramıza karışır ve bizimle kaynaşırdı. Hatta benim küçük bir kardeşim vardı, ona; “-Ey Ebu Umeyr! Ne yapıyor Nuğayr!” diye takılırdı.[6]
Müslim'in rivâyetinde ise Enes; "Rasûlullah(sav) insanların en güzel ahlâklısı idi. Benim bir kardeşim vardı. Kendisine Ebu Umeyr denilirdi. Yakında sütten kesilmişti," der ve Allah Rasûlü'nün kardeşine takılışını anlatır.[7]  
“Nuğayr”, küçük kuş, minik kuş, kuşcuk demektir. Enes’in kardeşinin kafeste küçük bir kuşu vardır. Küçük çocuk kuşunu çok sevmekte, onunla oynamaktadır. Allah Rasûlü(sav) onun bu sevgisini bildiği için, hem kendisine takılır, şakalaşır, hem de kuşunun hatırını sorar, onun gönlünü alırdı. Hatta bu kuş öldükten sonra da Allah Rasûlü(sav)’nün  Enes’in kardeşini gördükçe;“-Ey Ebu Umeyr! Ne yapıyor Nuğayr!” diyerek takılmaya, kuşuna olan düşkünlüğünü ve sevgisini onunla paylaşmaya, ona “Ebu Umeyr” diye künyesiyle hitab ederek, bu künyeyi nuğayr kelimesiyle kafiyeleştirerek onunla yakınlık kurmaya devam ettiği naklolunur.[8]
Ayrıca bir çocuğa; “Umeyr’in Babası” şeklinde künyeyle hitap etmenin, ona değer verme, onu büyük insan gibi kabul etme manası taşıdığı kendini hissettirmektedir.
Çocuklara büyük insan gibi davranmak, onlarla konuşurken büyük insanla konuşuyormuşçasına cümleler kurup ona göre söz söylemek, onlarda kendisine değer verildiği hissini uyandıracak, iç dünyalarında coşkuya sebep olacaktır.
*
Allah Rasûlü’nün(sav) çokça şaka yapmadığını söylemiştik. Yaptığı şakalarda da asla kimseyle alay etmediği, kimseyi incitmediği bilinir. Şakalarında bile bir güzellik, ibret, ciddiyet, doğruluk ve ölçü vardır.
Allah Rasûlü(sav) eğer şaka yapmışsa ve yaptığının şaka olduğu karşıdaki insan tarafından anlaşılmamışsa, şakayı fazla sürdürmez, bunun şaka olduğunu sevgisiyle de yoğurarak belli ederdi. Böylece gönüllerde tatlı rüzgârların daha güçlü esmesini sağlardı.
Bir gün Ebu Hureyre(ra), Efendimize; “Ya Rasûlallah! Sen bizimle şakalaşıyorsun!?” demiş, onun bu sözüne karşılık olarak Allah Rasûlü(sav)“Evet, ancak ben sadece doğru olanı söylerim”buyurmuştur.[9]
Allah Rasûlü’nün bu sözüyle ne demek istediğini, sahabelerle nasıl şakalaştığını anlamak için verilecek güzel misallerden biri herhalde şu olsa gerektir:
Enes(ra) anlatıyor:
“Bir adam Rasûlullah’tan kendisini bir bineğe bindirmesini istedi. Rasûlullah(sav) Efendimiz ona; “-Seni hemen şimdi bir deve yavrusuna bindiririm.” buyurdu.
Adam şaşırmıştı; “-Ya Rasûlallah! Ne yapayım ben deve yavrusunu!?” dedi.
Onun bu sözleri üzerine Allah Rasûlü(sav); “Her deve, bir devenin yavrusu değil midir?” buyurdu.[10]
Şaşkınlığından anlaşıldığı gibi adam, Allah Rasûlü’nün kendisini küçük bir deve yavrusuna bindireceğini zannetmişti. Kendisinin isteği ona bir binek vermesi, gideceği yere hayvan sırtında taşınması idi. Allah Rasûlü(sav) onu iyi anlamış ve onunla şakalaşmak istemiş ve ifadeyi böyle anlaşılabilecek şekilde kullanmıştı. Allah Rasûlü’nün de tahmin ettiği gibi adam söylenilen sözlerden ilk akla geleni anlamış ve Allah Rasûlü’ne; “Ya Rasûlallah! Ne yapayım ben deve yavrusunu!?” demişti.
Şüphesiz her deve, bir devenin yavrusuydu; ancak o söylenilen sözün bu tarafını düşünmemiş ve Rasûlullah’ın şakalaşmak için söylediği cümleye yakalanmıştı…
Sonradan anlayınca da, bu sözler gideceği yere varıncaya kadar, belki ondan da öte zaman zaman gülümsemesine sebep olmuştu…
*
Şakalaşmak, insan hayatına çeşni ve tat katar. Arada yakınlık ve sıcaklık oluşmasına, çabuk kaynaşılmasına vesile olur. Ancak şakalaşmalarda ölçünün kaçırılmaması, şakaların yakınlık ve sıcaklığa sebep olması gerekirken alaya, aşağılamaya dönüşmemesi, mü’minin vakarını zedeleyecek, ciddiyetini sarsacak ebatlara varmaması gerekir. Şaka yaparken yalan söylenilmemeli, insanlar küçük düşürülmemeli, başkaları gülsün diye bir insan kurban verilmemeli, şaka lüzumundan uzun sürdürülmemelidir.
Yapılan şakaların, latîfelerin ince, kıvrak zekaya dayalı ve ufuk açıcı olması, sonradan hatırlanınca gönülde güzel duygular uyandırması, iyi niyet ve ibret verici özellikler taşıması doğru olandır. Uygun bir atmosferde yapılmalıdır. Şaka bittiğinde herkes gülen taraf olmalı, yıllar sonra hatırlanınca da gülümsenebilmeli, zihinde güzel duygular canlanmalıdır.




[1]  Sünen-i Ebu Davûd, Edeb (5/ 272), Sünen-i Tirmizî, Mizah (4/ 358), Menâkıb (5/ 681). Tirmizî hadisin sahih, ğarib olduğunu söyler.
[2]  Sünen-i Tirmizî, Menâkıb (5/ 682)
[3]  Sahih-i Buharî, İlim (2/ 17)
[4]  Sahih-i Buharî, Vudû (2 / 382, 18/ 370)
[5]  Umdetü’l-Kârî (2 / 19)
[6]  Şemâilü’l-Muhammediyye, Tirmizî (s. 124)
[7] Sahih-i Mislim, Âdâb (3/ 1692-1693)
[8]  Şemâilü’l-Muhammediyye, Tirmizî (s. 126)
[9]  Sünen-i Tirmizî, Bir (4/ 357) ve Şemâilü’l-Muhammediyye (s. 126) Tirmizî hadis için; “hasen sahih” der.
[10] Sünen-i Ebu Davûd, Edeb (5/ 270-271), Sünen-i Tirmizî, Bir (4/ 357) ve Şemâilü’l-Muhammediyye (s. 126), Tirmizî hadis için; “-Hasen, sahih, ğarîb” der. 


Yazar: