29 Eylül 2016 Perşembe

EĞİTİM TEVHİD EKSENLİ OLMALIDIR



EĞİTİM TEVHİD EKSENLİ OLMALIDIR

Eğitim; insan ve toplumları değiştirip dönüştüren, inşa eden bir kurumdur. İdeal nesiller, asırlık devlet ve medeniyetler esasında bu kurumla vücudiyet bulurlar ve kalıcılıklarını artırırlar.  Her eğitim sistemi kendi insan tipini var etmeyi amaçlar. Bütün eğitim sistemleri; zihnen, fikren, fiilen, duruş, bakış, anlayış ve algılayış olarak kendi normlarına, kendi hayat anlayışlarına, kendi istek ve arzularına, hedef ve gayelerine uygun nesiller “yaratmak” ister. Bu da onların pek tabii hakkıdır. 

Eğitim, hayatın bütününü kuşatmış durumdadır. Her şeyde onun dahli vardır. Bunun içindir ki iyi veya kötü olsun bütün sonuçların sebeplerini eğitimde ve eğitim anlayışında aramak gerekir. Bugün yaşananlar, insanlığın içinde bulunduğu her hâl, savaşlar ve barışlar, ölümler ve hayatlar, keşifler ve icatlar, başarılar ve başarısızlıklar eğitimle ve eğitim sistemlerinin amaç ve gayeleriyle doğrudan ilişkilidir. Eğitim, baş müessir güçtür, bütün neticeler ondan südur eder.

Bütün din ve ideolojiler gibi yegâne hayat nizamı olarak gönderilmiş İslâm dini de eğitime son derece büyük önem verir. Hatta denilebilir ki İslâm, serapa eğitimdir. 

İslâm’da eğitim diğer din ve sistemlerin aksine çok yönlüdür, hayatın sadece bir yönünü ele almaz, onu bütün yönleriyle değerlendirir. İlk andan başlayıp son ana kadar onu canlı ve dinamik tutar, tabiatına uygun eğitir, terbiye eder, değiştirir, yönlendirir, dönüştürür, sevk ve idare eder. 

İslâm’da eğitimin amacı, İslâm’a uygun şahsiyetler yetiştirmektir. Onun en birincil vazifesi aklını ve ruhunu başkalarına değil sadece âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim etmiş özgür kullar yetiştirmektir. Bugün ideolojiler, fikir kulüpleri, çeşitli sistemler kendi insanını/kulunu yetiştirmenin derdinde iken İslâm kula kulluğu değil, Allah’a kulluğu esas alan bir gayenin peşindedir. Bu gaye ulvîdir, soyludur, özgündür ve şahsiyet yüklüdür.

Laik ve seküler sistemler, beşerî düzenler, fıtrata değer vermez. Onların eğitim sistemlerinde insanîlik yoktur. İnsana sundukları şeyler de insanî ve tabiî olmaktan uzaktır. Bunun için de fert ve toplum bazında, devlet ve medeniyetler temelinde insanlığın aradığı huzur ve mutluluk bir türlü yakalanamamaktadır. 

İslâm’dan kopuk bütün anlayış ve yaşayışlar, eğitim ve öğretim sistemleri kişiyi huzurdan uzaklaştırır, toplumda kaos ve cinnet hali meydana getirir. Aslıyla bağ kuramamış, fıtratıyla uyum sağlayamamış, can damarı kopmuş fert ve toplumlar; özlenen dünyaların sakini olamazlar, aradıkları ideal hayata kavuşamazlar. Çünkü kendilerini var eden asıl ve gerçek Rab’den uzak kalmışlardır. 

İslâm, her şeyi olduğu gibi eğitimi de tevhit eksenli düşünür. Ona göre tevhide uymayan her düşünce ve hayat tarzı cahilîdir. Cahiliye, salt bilgisizlik demek değildir. Belki görünürde bir yığın bilgi ve kültür birikimi vardır, pek çok alanda ihtisas yapılmıştır, bu mümkündür, ancak mutlak bilgiden, ezelî ve ebedî olandan, tek hakikatten ayrı düştüğü için pek bir kıymeti yoktur; bunun için de cahilîdir, gayriinsanîdir, gayritabiîdir. 

Eğitim sistemleri vahiyden kopuk bir dünya oluşturmaya çalıştığı içindir ki insanlık ahlâkîlikten de uzak kalmıştır. Eğitim ve ahlâk birlikte anılır, etle kemik gibi iç içe geçmişlerdir. İkisi de birbirini besler, ikisi de birbirini intaç eder. Öyle yakınlardır ki birbirilerine, bazen biri kastedilince diğeri de zımnen kast edilmiş olur.

Yaşadığımız şu dünyada insanlığın içinde bulunduğu ahlâk, terbiye, erdem, cinnet, cehalet, vahşet, zulmet, şehvet, hız ve haz vahiyden kopuşun bir sonucudur. Vahyin evrensel aydınlığından uzaklaşan insan rasyonel, seküler, laik hayatların karanlıklarına mahkûm olmuş ve aradığı mutluluğu bir türlü bulamamıştır. Çünkü okuma biçimleri terstir. Algı ve ufukları, kuşatıcı ve evrensel değildir. Yolunu bulamayan bir anlayış nasıl yol gösterebilir? Cehaletle malûl bir eğitim, nasıl iyiye, doğruya, güzele götürebilir? Oysa İslâm daha ilk emriyle “Oku!” buyurmaktadır. Bu okuma başıboş ve sebepsiz bir okuma değildir. İsyan ve azgınlık okuması değildir. Tahakküm ve tekebbür okuması da değildir. Bu okuma çok yönlü bir okumadır. Bu okuma fizikî ve fizikötesi okumadır. Maddî ve manevî, kevnî okumadır. Varlığı, varlık âlemini, insanı aslından koparmadan okumadır. Hülasa bu okuma vahyî okumadır. Okumak tefekkürü beraberinde getirir. Okumak, gereğini yapmayı gerektirir. Vahiyden alınan bilgi hayatı inşa eder; insanı, toplumu, devletleri, ahlâkı, düşünceyi, aklı, fikri, zihni ve kalbi değiştirir, dönüştürür, ihya ve inşa eder. İşte bunun adı eğitimdir. 

İslâmî eğitim  modelinde “okumak” ve “eğitmek” gökle hep irtibat halinde olmayı gerektirir. İlk inen ayetler “Oku!” derken aynı zamanda aklı vahyin ışığında kullanmayı da emretmiş olmaktadır. Devam eden ayetler bunu göstermektedir. “Seni yaratan Rabbinin adıyla oku!”

Bu, çokça tefekkür edilmesi gereken bir inceliktir. Bugünkü eğitim sistemlerinin sadece bu ayeti anlamış olmaları bile onlar için kurtuluş vesilesi olmaya yeterlidir. Ayet yol göstermektedir, açık ve derin mesajlar içermektedir. Ayette eylem var, isim var, zamir var, sıfat var. Düşüncenin yapı taşı kelimelerin bütün nevileri mevcut neredeyse. Her nevi bile onun ismiyle düşünmek gerekir. Kelime ve kavramlar onun ismiyle okununca, tefekkür edilince ve eyleme dökülünce eğitim işte o zaman kurtarıcı olabilir. Onun ismiyle başlamayan, onun Rablık sıfatına uymayan her okuma biçimi ve eğitim tarzı saptırır, öldürür, vahşet ve cehalete, azgınlık zulümata kapı aralar. 

Rab, terbiye edendir. Terbiye eden, ıslah eden, yetiştiren, eğiten, doğruya, iyiye ve güzele yönlendiren. Zerreden kürreye her şey Rabbin kanunlarına göre terbiye olmuş yani şekil almışken, en şerefli varlık olarak yarattığı kulların onun hayat nizamı olarak gönderdiği vahyin aydınlığına göre terbiye olmaması ve eğitilmemesi asla kabul edilemez; zaten bu mümkün de değildir. 

İnsanlığın açmazı buradadır. Eğitim sistemleri bütün norm ve değer yargılarını bu temel esasa göre yeniden dizayn etmelidirler. Ki başarı elde edilebilsin, arzu edilen huzur ve barış ortamı sağlanabilsin. 

“Okuması” yani “talim ve terbiyesi” her şeyi yaratan Rabbin isteklerine göre olan bir insanın en son hali secde halidir. Secde hali teslimiyetin en yüce noktasıdır. Vahyi okuyan ve vahiyle aydınlanan bir akıl, kafa, kalp, vücut Rabbe boyun eğmekten başka bir şey yapamaz. Onun emir ve görüşlerine riayet eder, her şeyini ona göre şekillendirir, eğitir, talim ve terbiye eder. 

Vahiyle eğitilmiş bir insan şahsiyet kazanmış demektir. Bu şahsiyetin en bariz vasıflarından biri merhametli olmaktır. Merhamet onu kendisine ve kendisi dışında kalan her şeye müşfik davranmaya sevk eder. Öldürmez yaşatır, vahşet ve katliamlara müsaade etmez, huzur ve saadeti hayata hâkim kılmaya çalışır.

Vahiyle eğitilmiş insanın diğer bir vasfı adil olmasıdır. Kimseye haksızlık etmez, zulmetmez, herkese hak ettiğini verir. Kişi, kurum ve düşüncelere adaleti uygularken terazisini iyi ayarlar. Ayrım yapmaz, taraf tutmaz. Tuttuğu tek taraf adalet, hak ve doğru tarafıdır. 

Vahiyle eğitilmiş insanın bir diğer vasfı ilim ve irfan boyutunun olmasıdır. O ilmini silah olarak kullanmaz. İlmini katliamlara vesile kılmaz. Teknolojik mekanizmalarla insanlık kıyımına yol açmaz. Onun ilmi fayda veren, hayat bahşeden bir ilimdir. Yıkıcı değil, yapıcıdır. Onun ilmi hem bu dünyayı hem öteki dünyayı imar ve inşa eder. Hem geçmişi hem bugünü hem de geleceği aydınlatır. Hep derunî bir tarafı vardır onun. İlmi irfandan ayrı düşünmez. Onun derinliği ve boyutları farklıdır. Sığ ve yüzeysel değildir, derindir; anlam, irfan ve hikmet yüklüdür. Bu yüce vasıfların hiçbiri İslâm dışı, vahiy dışı yöntem ve sistemlerde mevcut değildir. 
Vahiyle eğitilmiş insanın bir başka vasfı sevgiyle dopdolu olmasıdır. O, cemadattan nebatata, hayvanattan insanata yaratılan her şeyi yaratan için sever, sayar ve hürmete layık görür. Sevginin olduğu yerde kine, kibre, öfke ve kıskançlığa yer yoktur. 

Vahyin inşa etmiş olduğu insanın bir başka vasfı ise özgür ve özgün şahsiyet olmasıdır. O sadece kendini var eden, rızıklandıran, yedirip içiren, terbiye eden, sevk ve idare eden hakiki mürebbiye kulluk eder. Kula kulluğu reddeder, aklını ve vicdanını başkalarına ram etmez, varlığını başkalarının varlığına armağan etmez, aklını ve benliğini putlaştırmaz. Rabbine ait olur, fıtratını her zaman muhafaza eder, kendi olur ve kendi kalır. 

İslâm’da eğitim, hayat boyu devam eden bir süreçtir, doğumdan ölüme kadar devam eden bir süreç. Eğitimin hiçbir safhası insanın yaşadığı süreçlerin dışında gerçekleşmez. Her yer ve zamanda, her taraftan onu kuşatır, sarıp sarmalar. Benlik ve şahsiyet, ruh ve nefis onunla yoğrulur, onunla şekil alır. Vahiyden neşet etmiş bir eğitim sistemi, kişiye yücelik kazandırır, onu varlıkların en şereflisi olma yüceliğine eriştirir. Artık o, salih bir insandır; mükemmel ve şerefli bir insanın bütün özelliklerini üzerinde taşır; iyilik, güzellik, doğruluk, bütün insanî ve ahlâkî vasıflar onda tebarüz eder. Örnektir, modeldir. Çalışkandır, üretkendir, fedakârdır, diğerkâmdır…

Laik ve seküler sistemlerin İslâm eğitim sistemiyle niyet, gaye ve hedef olarak hiçbir benzerliği ve yakınlığı yoktur. İkisi de ayrı dünyalara aittir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere İslâm kendi dışında kalan düşünce ve anlayışları, din ve mezhepleri“cahiliye” diye vasfeder. Dolayısıyla İslâmî eğitimde aslolan vahyin kılavuzluğunda şahsiyet oluşturmaktır. Cahiliye anlayışına göre eğitilmiş bir birey bilgi ve kitap yüklüdür, bu bireyler de insanlığa ilim ve irfan değil ancak cehalet aşılar.

Bugün insanlığın yaşadığı savaş ve katliamlardan, akan kan ve gözyaşlarından canavara dönüşmüş eğitim sistemleri sorumludur. Yalan söyleyen, kandıran, aldatan, dolandıran, insan ve insanî değer öğüten eğitimciler, teorisyenler, siyasetçiler, devletler, ulusal ve küresel egemen sistemler bunun hesabını vermek zorundadır. İnsanlığı asırlardır hak ve hakikatten uzak tutarak onlara sahte mutluluklar vaad etmenin bedelini ödemek durumundadırlar. Onlar bu sistem içinde hem aktördür hem faktör. Hem faildir hem meful. Onların “Ben sizin en büyük Rabbiniz değil miyim?” diyen, tekebbür ve tuğyan derekesine düşen Firavun’dan ne farkı var? İkisi de cebrî yollarla kendi dinlerini, kendi heva ve heveslerini, kendi batıl sistemlerini insanlara kurtuluş yolu olarak dayatmadı mı? İkisi de kendi toplumunu aldatmadı mı? İkisi de hakikatlerin önüne engeller koymadı mı? İkisi de sahte bilgi ve hurafelerle göz boyamadı mı? Birisi bunun adına kendisine yakınlaştırmak, ödül ve ceza, güç ve kuvvet dedi; birisi laiklik, sekülarizm, demokrasi, özgürlük, huzur, mutluluk dedi. Ne farkları var? Aynı mantık, aynı ruh ikizleri. Cahiliye, çağdaş haliyle en çok da eğitim sistemlerinde kendini göstermektedir. Kurtuluş ve huzurun yolu da insanlığı bu eğitim sistemlerinin cenderesinden kurtarmaktan geçmektedir. Bu yolun adı İslam’dır, vahiydir ve İslâmî eğitim sistemleridir. Tez elden fert, aile ve toplumları tek tek bu kutlu ilahî eğitim sisteminden geçirmek lazımdır. O vakit insanlık insanlığını bulacak ve eşref-i mahlûkat vasfına yeniden kavuşacaktır.

 İsmail Ekrem


28 Eylül 2016 Çarşamba

KANAATKAR OLUNUZ




KANAATKAR OLUNUZ

Kanaat tükenmez bir hazinedir" denilir. O gerçekten tükenmez bir hazinedir. Bunun içindir ki Allah Rasûlü(sav); "Gerçek zenginlik mal çokluğundan kaynaklanan zenginlik değil, insanın gönül zenginliğidir," [1] buyurur.

       Abdullah İbn Amr İbn Âs ın(ra) naklettiği bir hadiste: Müslüman olan, yetecek derecede rızıklandırılan ve Allah ın kendisine bahşettiği nimetlere kanaatkâr kılınan kimse felaha ermiştir," [2] buyrulur.

          Dünyalık ve makam hırsı insanı nice hatalara sürükler ve dostlarından eder. Âile yuvalarındaki kanaatsizlik yuvaları huzursuzluğa, âile fertlerini tedirginliğe sürükler, güneşli günleri bile karanlığa çevirir. Gönüllerde yeşeren birçok güzel duyguyu siler, hissedilemez hale getirir. Birçok yuvanın dağılma sebebidir.

      Bunun içindir ki Allah Rasûlü(sav) ümmetini ikaz sadedinde şöyle buyurur: “Yazıklar olsun altına, gümüşe, kadifeye, ipekli kumaşlara kul olanlara! Onları elde edince hoşlanıp, elde edemeyince razı olmayanlara!” [3]

           Bütün bunlara rağmen dünyalık ve makam hırsının günümüzde giderek arttığını, kanaatsizliğin gönülleri kapladığını, bir çok huzursuzluğun ve geçimsizliğin kaynağı haline geldiğini, insanları heves ve arzuları peşinde sürüklemeye başladığını görüyoruz.

        Hırs kolay kolay aşılmaz bir çöldür. İçinde ilerledikçe susuzluk ve ihtiyaç artar, tedbir alınmamışsa iç yangınına dönüşür. Susuzluk ilerledikçe seraplar görülür ve peşinden koşulur, koşular susuzluğu artırır… Sinirler gerilir, zayıf iradeler çözülür.

     Var olana rıza göstermek, alın teriyle kazanmak, helal lokma yemek, helal giyinmek, barınacak bir yeri olmak, elde edilen nimetlere şükretmek dünyanın daha güzel görünmesine, saadet duygusunun gönle yayılmasına vesiledir. Kanaatkâr olan ve ihtiyaçları kadar eşyası âile yuvalarına giren her yeni eşya sevinç kaynağı olur.

     Bu gün odaları doldurup neredeyse ev içinde ev sakinlerine yer bırakmayan eşyanın çeşnisini düşününüz. Onlar için yapılan masrafları, edinilen borçları, çekilen sıkıntıları… Rahat ve konfor için duyulan sıkıntıyı, tedirginliğini ve sıhhat kayıplarını… Hiç de bir birine uygun olmayan duygu ve arzuların yan yana gelişi, iç içe geçişi.

         Yeni kurulan yuvalar için artık gerekli kabul edilen, olmazsa olmazlardan sayılan eşyanın bir listesi yapılsa kaç kalem tutar dersiniz?! Oturma odası takımı, yatak odası takımı, koltuk takımı, mutfak eşyası, bardak, tabak, fincan, tencere takımları, çamaşır, bulaşık makinesi, buzdolabı, ocak, fırın, ütü, televizyon, dolaplar ve daha neler neler… Sonunda düğün borçları ve bu kadar eşyanın bedelini ödemek için çekilen sıkıntılar. Bu yüzden zorlaşan evlilikler… Eşya alınırken yapılan kavgalar, gönül kırgınlıkları ve küskünlükler.

           Bunları tenkitten çok üzerinde biraz durup düşünmeye vesile olur arzusuyla dile getirmeyi tercih ettik. Ancak çok derinlere dalıp gitmeden bir şey hatırlatmak istiyoruz:
           Yer yüzünde kurulan yuvaların en güzellerinden biri Hz. Ali ile Hz. Fatıma nın kurduğu yuvadır. Şimdi Hz. Ali yi dinliyoruz:  “Rasûlullah’ın(sav), Fâtıma(ra)’ya hazırladığı çeyiz, bir elbise bohçası, bir su kırbası ve içi izhir otuyla doldurulmuş bir yastıktan ibaretti.” [4]

        Bu çeyiz listesi elbette ki bağlayıcı değildir. Ancak bizlere çok şey anlatmalıdır. Biz onun ifade ettiği mânâ üzerine ayrıca söz söylemek istemiyoruz. Bilinmesini, üzerinde düşünülmesini ve içinde bulunduğumuz kanaatsizliğin, aşırı taleplerin bir muhasebeden geçirilmesini arzu ve ümit ediyoruz.

        Bir insan dünyalık konusunda kendisinden daha zor durumda olan insanlara, amel ve takvâ konusunda daha iyi durumda olanlara bakmalıdır. Aşağıya bakıp şükretmeli, muhtaçlara yardım elini uzatarak sıkıntılarını azaltmaya çalışmalı, üste bakarak gıpta etmeli, manevî duygular, takvâ ve güzel hasletler konusunda kendisinden daha iyi olan insanlarla salih amellerde, Allah’ın rızasını, af ve mağfiretini elde etmede tatlı bir yarışa girmelidir. Bu kendisini, kendisiyle beraber bu yarışa ortak olan âilesini de yüceltir, onlara da değer kazandırır. Bizim ise tersini yaptığımız bir gerçektir.
      Zikr-i Hakîm in irşadına kulak veriniz:

    "Rabbinizin mağfiretine ve takvâ sahipleri için hazırladığı genişliği gökler ve yer kadar olan Cennete koşun.

     O takvâ ehli insanlar ki, bollukta da, darlıkta da infakta bulunurlar, öfkelerine hakim olurlar, insanları affedicidirler.

       Allah güzel amel ve davranışlarda bulunanları sever." (Âl-i İmrân 3/ 133-134)

       Dünya fânîdir. Her nefis ölümü tadacaktır. İnsan bu hayattan gelip geçen bir yolcu gibidir. Üstelik o geçtiği saatlerden, dakikalardan, aylardan, yıllardan bir daha geçmesi mümkün olmayan bir yolcudur.

       Dünyaya ve dünyalığa tutulma, heva ve heveslere, hırslara ve iştahlara esir olma, bütün emel ve ümitleri dünyaya bağlama fanîlik açısından bakıldığında ne kadar mânâsızdır.

        Ancak dünyada hayat yolculuğu yapan bir insan, bu yolculuğuyla aynı zamanda ebedî saadeti kazanan veya kaybeden bir yolcudur. Bu üzerinde derin derin düşünülmesi gereken bir bakış açısıdır. Hayat yolculuğuna bu açıdan bakıldığında o ne kadar kıymetli, ne kadar büyük bir fırsattır. Çünkü âhiret hayatı bu hayata bağlıdır. Her saati, her günü, her yılı ayrı bir kıymet taşır. Boşa harcanması gerçekten büyük bir kayıptır. Batıla harcanması ise gerçekten büyük bir aldanış, gaflet ve düşüncesizliktir.
   Bütün insanlara yöneltilen şu ilahî ikazı tekrar tekrar okuyunuz ve tefekkür ufuklarında dolaşınız:

       “Ey İnsanlar! Allah’ın vaadi haktır, mutlaka gerçekleşecektir. Dünya hayatı sizleri aldatmasın. Görevi aldatmak olan Şeytan da Allah yolunda sizleri kandırmasın.

       O, sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman olarak bilin ve öyle tanıyın. O, kendi peşine düşenleri, onun safında yer alanları sonuçta çılgın alevlerle kaynayan Cehennem ehlinden olmaya çağırır.

        İnkar eden ve küfür bataklığını tercih edenler için şüphesiz şiddetli bir azab, iman edip, salih ameller işleyenler için de Allah’ın mağfireti ve büyük bir mükafat vardır. (Fâtır – 35/ 5-7).

         Dünyanın fanîliğini biliniz, kıymetini idrak ediniz. Zamanınızı boş şeyler uğruna harcamayınız. Hayatta ve âile yuvanızda kanaatkâr olunuz. Ömrünüzü, dostluğunuzu, âilenizi, akrabalık bağlarınızı dünya ve âhiret saadetinizi hırslar, nefis arzuları peşinde koşarak heba etmeyiniz. Sadeliğin, tabiîliğin, Rabbimize teslimiyetin, gönle yerleşen manevî duyguların ve yeşeren ümitlerin güzelliğini yaşayınız.

   Dünyalık içinde yaşayanların çoğunun daha fazlasına ihtiyaç duyarak hayat sürdürdüklerini, muhtaçlık hissini kalplerinden silemediklerini, gerçek zenginliğin gönül zenginliği olduğunu, onların çoğunun bu olgunluğa ulaşamadığını unutmayınız.

      Rabbimizin bahşettiği imkanlara şükrediniz ve onları Allah ın helal çizgileri içinde değerlendirerek daha kıymetli bir kazanç elde ediniz. Teslimiyetinizin huzur, şükrünüzün bereket, azminizin muvaffakiyet getireceğini unutmayınız.


Dr. Şerafeddin Kalay


 __________________________________________________
 [1]  Sahih-i Buhârî, Rikak (19/ 11), Sahih-i Müslim, Zekat (2/ 726).
 [2]  Sahih-i Müslim, Zekât (2/ 730), Sünen-i Tirmizî, Zühd (4/ 576).
 [3]  Sahih-i Buhârî, Cihad (11/ 419-420).

 [4] Sünen-i Nesâî, Nikah (6/ 135).

27 Eylül 2016 Salı

SEYYİD KUTUB'U ANLAMAK



SEYYİD KUTUB'U ANLAMAK

İslâm dünyasının içine düştüğü açmazdan kurtulması için çare arayışını sürdüren aklı erenler değişik yol ve yöntemler önermişlerdir. Her bir düşünür bulunduğu yer ve zamana göre bir gayret gösterdi, elan da gösteriyor. Bize en yakın olanların etkisi biraz daha fazladır, geriye doğru gidişte ise etki azalır. İslâmî mücadelenin aslı da bu çare arayış şekilleridir.
Osmanlı devletinin inkırazından sonra, Müslümanların problemleri arasına “İslâm’ı temsil eden bir devletin, otoritenin olmayışı” da ilave edildi. 1920’li yıllardan sonra yapılan İslâmî çalışmalarda ve oluşturulan İslâmî cemaatlerde “İslâm devletinin olmayışı” en önemli mesele olarak ele alındı ve etrafında çokça çalışmalar ve tartışmalar yapıldı. Bu konu Seyyid Kutub’u fazlasıyla meşgul etmiştir.
Çağımızı etkileyenlerin başında İhvan-ı Müslimin Cemaati ve daha sonra cemaate intisap Seyyid Kutup gelmektedir.

Çok Yönlülüğü Farklı Anlaşılmasına Sebep Oldu

Seyyid Kutup, çok yönlü kültür birikimine sahip bir düşünürdür. Söylediklerinin bedelini şehadetiyle ödemiş istikrar ve adanmışlığın temsilcisidir. Çok yönlü oluşu, birçok kişi tarafın-dan Şehidin, farklı farklı anlamasına/anlaşılmasına vesile olmuştur.
Seyyid Kutup birçok konuda çok farklı eserler vermiş bir yazar ve mütefekkirdir.
Yaşadığı 9 Ekim 1906/1324- 9 Ağustos 1966/1386 tarihleri arasında sömürücülere karşı yürüttüğü mücadele, düşüncesinin ana eksenini oluşturur. İngilizler başta olmak üzere sömürücülerin yaptığı tüm tahribatlara karşı; ülkesi Mısır’ı ve İslâm dünyasını müdafaa etmiş bir savaşçıdır. Dil, kültür, medeniyet, devlet yapılanması, örf adet ve geleneklerin bozulması, yozlaştırma ve dine sokulan bidat ve hurafelere karşı ayrı ayrı mücadele etmiştir.
Sömürücülerin yerli işbirlikçilere karşı da amansız savaşmıştır. Onların niyetlerini ve işbirlikçiliklerini açığa çıkarmıştır.
Yanlış din anlayışlarını düzeltmeye çalışmıştır.
İslâm ülkelerindeki adaletsizliğe ve sermayenin urlaşmasına karşı direnmiş ve çareler sunmuştur. Faizin yaptığı tahribatları bugünün diliyle anlatmıştır.
Toplumun ifsat ve iğvasını önlemek için acımasız tenkitlerde bulunmuş ve halkı ikaz etmiştir.
Uyuşukluğa karşı insanımızı harekete geçirecek ateşli söylemlerde bulunmuştur.

Ele Aldığı Konulardan Bazıları

Modern dünya düşüncelerine karşı “İslâm Düşüncesi”nin ana esaslarını yazmıştır.
Dünya sulhunun oluşması için “Dünya Sulhu ve İslâm” diye kitap yazmıştır.
Bir bakarsınız, çocuklar için hikâyeler yazar, bir bakarsınız “İslâm’da Sosyal Adalet” adlı kitap yazar, bir bakarsınız “Yoldaki İşaretler” kitabını yazar, Müslümanlara, insanlığa kılavuzluk edecek; iman ve eylem taşlarını, işaretlerini yerleştirir.
El atmadığı konu, hakkında yazı yazmadığı mesele hemen hemen yok gibidir. “Fi Zilali’l-Kur’an” başlı başına bir şaheserdir. 
Kur’an’ın gölgesine sığınarak oradan dünyaya bakmış ve çareler üretmiştir. 
O, afak ve enfüsü birlikte değerlendiren bir düşünce adamıdır. Kâinat kitabı ile Kur’an’ı birlikte düşünür ve öyle mütalaa eder.
 Yeryüzünde ıslahatın olabilmesi, şu beşerin huzura erebilmesi, şu insanoğlunun güven ve gönül rahatlığı içinde yaşayabilmesi; hayatın fıtratıyla tabiatın akışı arasında bağdaşma, nezahet ve yükselişin tahakkuk edebilmesi ancak ve ancak Allah’a dönmek ve O’na yönelmekle mümkündür.”
İnsanlığı bir bütün olarak görür; “Mümin, geçmiş zamanın derinliklerinden gelen köklü bir nesebe sahiptir. Adem (a.s.)’dan başlayıp Hz. Muhammed’de son bulan kervanın temsilcisidir” der.
Tefsirinde; Ulumu’l-Kuran ile alakalı bütün konuları uygular. Arap dilinin tüm inceliklerini ustaca kullanır, bütün edebi sanatları gösterir. Ayrıca dünya tarihini, İslâm tarihi ve tarih felsefesini de eserine derç eder. Modern bilimleri de kullanır fakat ilmi gelişmeler ile Kur’an’ı sınırlamaz. Değişken nazariyelerle Kur’an’ın tefsirine karşı çıkar. Aklı son sınıra kadar kullanılır lakin pozitivist akıl yürütmelere de karşı çıkar, çok önemsediği Abduh ekolüne gereken itirazları yapar. Fi Zilal okuyan herkes bunları rahatlıkla görür.

Onun Adına Toplumu Tekfir Edenler Var

Toplumun ıslahına çalışır lakin sanıldığı gibi tekfire asla tevessül etmez. Seyyid Kutub’un ihatalı bilgi ve tefekkürüne vakıf olamayanlar onun adına toplumu tekfir ediyorlar, bu kesinlikle ona yapılmış bir iftiradır. O, yanlış din anlayışına, din bozgunculuğuna, dine sokulan İsrailiyat, bidat ve hurafelere karşıdır, bunun için çok açık ve sarih düşüncelerini söyler. Fıkhî ihtilaflara asla girmez. İslâm kültürüne, bilgi birikimine ve İslâm tarihi boyunca yapılan değerlendirmelere yabancı olanlar, sloganı ilim sayanlar Seyyid Kutub’u asla anlayamazlar.
O, bir düşünür, bir müfessir, bir toplum bilimci ve bir dava ve davet adamı, en önemlisi bir şehittir. Sadece bir yönüne, bir tarafına yapışıp kalanların anlaması zordur.
Türkiye insanını en çok etkileyen “Yoldaki İşaretler” kitabı, anlaşılması en zor olan kitaplarındandır, çok yoğun ve adeta bir rehber, kılavuz mesabesindedir, bu kitabını anlamak için Tefsirini okumak gerekir, İslâm Düşüncesi kitabını iyice hazmetmek gerekir. Seyyid Kutub’un Kur’an Nesli dediği nesil İslâm’ı iyice içine sindirmiş ve Hz. Peygamberin Sünnetine inanan ve vakıf olan, dünya siyasetini iyi bilen, beynelmilel Siyonizm’in ve o ideolojinin oyuncağı dünya sisteminin hile ve oyunlarını fark eden şuurlu ve idrakli bir nesil kast ediyor, yani öncü nesil.
İman- itikad hususunda Seyyid Kutub çok net ve berraktır. Asla bu konuda uzlaşmaz, çünkü iman ile küfür bir arada olamayacağına kesin iman etmiş birisidir. O, İslâm’ın bu konuda asla taviz vermeye cevaz vermediğine inanır ve öyledir de. Bu iman ve inancın hayattaki karşılığı, toplumu tekfir etmek veya biraz gevşek duranları cahili olarak nitelemek istemez. O, düşüncede ve istikamette yalpalanmaya ve kaymaya karşı çok titiz ve hassastır. Bu titizliği, İslâmî kişiliğin tam tamına oturması, İslâm’a ve Müslümanlara karşı yürütülen savaşta tökezlememesi, dengesini kaybetmemesi, Müslüman kalarak hayatiyetini sürdürmesi içindir.
İslâm’ın akidesiyle, ahlâkıyla, dünya görüşüyle, kâinat algısıyla, ubudiyet anlayışıyla tam ve mütekâmil bir düzen olduğuna inandı ve bunun uğruna fedayı can etti.
Seyyid Kutub: “Biz İslâmî bir toplum içerisinde İslâm şeriatının ve İslâm düzeninin, İslâmî akidenin ve İslâmî tasavvurun egemenliği altında İslâmî hayata yeniden dönmeye davet ediyoruz.” der.
Seyyid Kutub, bir düşünür ve bir dava adamı olarak ne istediğini bildiği kadar, vakıasıyla istediği arasındaki ayrılıkları, farklılıkları ve mesafeyi de bilecek kadar gerçekçi bir insandır.
İyi bir edebiyat adamı olduğu için bunu Kur’an’da göstermeye çalışır, “Kur’an’da Edebi Tasvir” kitabı ile “Kur’an’da Kıyamet Sahneleri” adlı kitapları bu konuda kayda değer eser-lerdir. Mısır’ın edebi tartışmalarına katılmış ve bu hususta haklı bir öne sahiptir.

Seyyid Kutub’un Anlaşılması

Burada Seyyid Kutub’u detaylı anlatmak niyetinde değilim, sadece nasıl bir insanı değerlendirdiğimize kısaca değindim.
Başkasını değerlendiren veya ondan yararlanmak isteyen her insan, aslında kendini değerlendiriyor, durduğu yeri gösteriyor, dostunu düşmanını beyan ediyor. İster değerlendirdiği insana karşı olsun, isterse benimsesin, bu fark etmiyor. Türkiye’de üzerinde çok konuşulan ve kendisini ona nisbet eden insanlardan biri de Seyyid Kutub’dur.

Yararlanma ve değerlendirme genelde iki türlüdür;

Birincisi, bu gruptaki insanlar; bir model insan seçerler, özlenen bütün özellikleri ona yüklerler, söylediklerini anlama yerine ona kendi indinde biçtiği misyon izafe ederler, ideallerini, düşüncelerini o yolla dile getirirler. Hayata da o gözle bakarlar, dünyayı muhayyel zihinlerdeki gibi anlarlar bunu da o model insana atfederler.
İkincisi, bu gruptaki insanlar; rol model olarak aldıkları insanı, okurlar, anlamaya çalışırlar, eserlerini bütün olarak göz önünde bulundururlar, bununla da yetinmezler. Rol modelin yaşadığı çağı, içinde yaşadığı ülkeyi, toplumu, o ülkenin tarihi geçmişini, o zatın ruh halini, bilgi birikimini, kaynaklarını, mücadele ettiği tüm unsurları ve muasırları başka insanların yapıp ettiklerini de hesaba katarak anlamaya ve ondan yararlanmaya çalışırlar.
Şimdi Şehidimizle alakalı Türkiye insanı ondan nasıl istifade edecek, onu nasıl doğru biçimde anlayacak? Bu sorunun cevabını bulmaya çalışalım.
Evvela kendisini Seyyid Kutub’a nisbet eden insanların büyük bir kısmı Şehidin Türkçeye çevrilmiş bütün kitaplarını okudukları şüphelidir. Bir iki kitabını okuyarak hakkında ahkam kesildiği erbabınca bilinir. Okuyanlardan bazıları da anlamak yerine kendilerini tasdik etmek babından okudukları vakiidir.
İnsanların bir kısmı etkendir, faildir/öznedir, kendini merkeze koyarak iş işler, düşünür, kabul eder veya reddeder.
Bir kısmı da edilgendir, özne değil nesnedir, onlar; başkalarına yaslanarak ayakta kalırlar, kendilerine ait bir düşünce, orijinal bir eylem/ yöntem olmadığı halde kendilerini özne imiş gösterirler.
İkinci kısımdakilerin Seyyid Kutub’u anlama imkânları yoktur, derin bir hikmet, ahlak ve birikime sahip Şehidi ihata edebilecek geniş ufuklar onları aşar, küçük dünyaları onu anlamaya ve ondan faydalanmaya müsaade etmez. Ne yazık ki en çok da onlar Seyyid Kutub adına konuşurlar, onun adına hüküm beyan buyururlar.
Kutub’u Anlamada Bazı İpuçları
Kendini özne kabul eden ve önü açık olanların Seyyid Kutub’u daha iyi kavramaları ve düşüncelerinden yararlanmaları için bazı ipuçları;
İlk önce kendi ülkeleri olan Türkiye’yi iyi tanımaları gerekecek, bu ülkenin dilini, yani Türkçeyi iyi öğrenecek ve iyi kullanacak. Ülkenin sanat, edebiyat, tarih ve coğrafyasını iyi tetkik edecek ve ülkeyi anlayacak. Seyyid aynı zamanda iyi bir edebiyatçı ve dili ustaca kullanan bir kişiliğe sahip.
Dünya siyasetini iyi bilecek, uluslararası uzman kadar ana konulara vakıf olacak. Seyyid, Mısır’la kendini sınırlamış bir insan değil, o, dünya sömürücüleriyle hesaplaşmayı ana merkeze koymuş bir kişidir. Onun bu tarafını anlayabilmemiz için elan işlemekte olan beynelmilel sistemi bilmememiz elzemdir.
Siyonizm’i ve haçlı ruhunu iyi kavranması gerekecek. Kutup, İsrailiyattan, çokuluslu sermayeye değin Siyonistlerin neler yaptıklarını ne neler yapabileceğine, ayrıca Siyonist-Haçlı ittifakına da çokça dikkat çekmiştir.
Sömürücüleri ve onların yerli işbirlikçilerini de iyi tanıması gerekecek. Şehid, hem emperyalistlerle hem de yerli işbirlikçileriyle savaşmış ve sonunda yerli uşşakları tarafından şehid edilmiştir.
Oryantalizm üzerinden İslâm dünyasında oynanan oyunları, hile ve desiseleri, dini bozma ve dinin temel değerlerine şüphe sokma plan ve programları iyi bilmesi gerekecektir. Seyyid bunlarla amansız mücadele etmiştir.
İnsanlığın kurtuluşunun İslâm’da olduğuna kesin inanması lazımdır, bunda bir şüphe bir tereddüt asla olmamalıdır. İslâm nizamı çağın bütün problemlerini çözebileceğine inanması ve ona göre kendini yetiştirmesi gereğine iman etmesi gerekir.
Bunları çoğaltmak mümkün…

Seyyid Kutub’u Okurken Göz Önünde Bulundurması Gereken Hususlar;

1- Seyyid Kutub da bir insandır yanlışları ve doğruları vardır,
2- Düşüncelerinin bir kısmı Mısır’ın özel şartlarına aittir,
3- Bazı düşünceleri yaşadığı döneme hasdır,
4- Bazı düşünceleri kendi özel şartlarının ürünüdür,
5- Bazı düşünceleri bağlı bulunduğu İhvan’ın cemaat prensipleridir,
6- Düşüncelerinin büyük kısmı da İslâm’ın cihanşümul anlayışının bu çağda, bugünkü dille anlatılmasıdır.

Kutub’u okuyanlar, bunları göz önünde bulundurmalı ve hangi düşüncesinin neye tekabül ettiğini tefrik etmelidir.

Asıl olan Seyyid Kutub değil, onu okuyan ve ondan yararlanmak isteyendir. Özne okuyandır, değerlendirmeyi o yapar, harekete o geçer, Kutub üstüne düşeni hata ve sevabıyla icra edip ahirete göçmüştür, onun ameli ona bizim ki de bizedir, (okuyanınki de) okuyanadır.
Hangi düşünce olursa olsun; o alıp üzerinde durmadan fayda ve zararlarını tartmadan olduğu gibi aktarmak, özneye çok fazla fayda sağlamaz. Bu aktarma işi düşünce vb. konulardadır, yoksa dinin nassları hususunda değildir, türedilik ve köksüzlük önermiyorum. Kutub bizim değerimizdir onu taklit etmek değil, ondan yararlanmak gerektiğine inanıyorum ve onu öneri-yorum.

Kâzım Sağlam


24 Eylül 2016 Cumartesi

BİR EĞİTİM SİSTEMİ OLARAK İSLÂM



BİR EĞİTİM SİSTEMİ OLARAK İSLÂM

      İnsan aklının mutlak doğru ve geçerli bir eğitim sistemini kurmakta yetersiz kalışı dünyaya ve insana belli bir açıdan bakıp bağımsız bir düşünceyle inceleyememiş olmasındandır. Tarih boyunca felsefi sistemlerin ortaya koyduğu eğitim anlayışı evrensel geçerliliği olan bütüncül bir eğitim sistemi getirmekten uzak subjektif yorumlara dayalı bir anlayıştır. Bu nedenle eğitim sistemleri arasında da farklılıklar ortaya çıkmıştır. Bazı eğitim görüşleri merkeze çocuğu, bazısı öğretmeni ya da herhangi bir faktörü almıştır. Her durum da bu görüşler eksik kalmışlardır.

İslam ise eğitimde merkeze insan fıtratını almaktadır. Eğitim ilkelerini o fıtratın niteliğine göre ortaya koymaktadır. Bu noktada Rab ve terbiye kavramları karşımıza çıkıyor...


Rab, terim olarak bir şeyi derece derece olgunluğa eriştirmek, yetiştirmek anlamina gelir. Kur'an'da Allah'ın isimlerinden biri olarak 965 defa anılan Rab kelimesi varlık âlemlerini yaratan, terbiye ve temniye eden, maddi ve manevi kemale götüren Allah demektir.
Terbiye, bir rehberlik, bilenin bilinmeyene yaptığı bir tesirdir. İslam terbiyesi, İslam dininin koyduğu esaslara uygun olarak insan fikrinin gelişmesi, davranış ve duygularının tanzimi, fikir ve düşüncede, söz ve fiilde, usül ve nizamda doğru yolu gösterme, dünya ve ahirette mutlu olacak kâmil insanı yetiştirme sanatıdır.


İslama göre eğitimin gayesi iyi insan yetiştirmek, bu çerçevede çocukları hayata hazırlamaktır. Batı eğitiminin gayesi ise iyi vatandaş yetiştirmektir. Terbiyeden gayenin iyi vatandaş yetiştirmek olduğu hususunda beşeri terbiye metodları hemen hemen birleşirler. Bu ortak noktadan sonra her millet, bu vatandaşı tanımlama ve onun vasıflarını belirlemede ayrılır. Her iyi vatandaş iyi insan olmayabilir ancak her iyi insan iyi vatandaş olabilir. Başka bir ifadeyle iyi vatandaş olmak iyi insan kapsamındaki özelliklerden sadece biridir.
İslam daha büyük daha şumullü bir gayenin gerçekleşmesi için yöntem ve öneriler getirir. Bu nedenledir ki İslamın önemle üzerinde durduğu hedef iyi ve kâmil insan yetiştirmektir. Bu insan İslami manada mükemmeldir. Çünkü o içindeki mutlak cevheri bilir kendini ve Rabbini tanır.


İslam terbiyesinin ferdin gelişimi açısından nihai gayesini üç başlık altında toplayabiliriz:


a)Fertlerin şuurundaki sosyal değerleri ve iyi duyguları ortaya çıkarmak, geliştirmek
b)Ferdin yeteneklerini geliştirmek
c)Ferdi sosyal hayata ve geleceğe mükemmel bir şekilde hazırlamak


Hedeflenen bu gayeler hangi özellikleri taşımaktadır?


1)ferde kendini tanıma yolunu göstermek: Yunus Emre bu gerçeği şöyle dile getirmektedir;
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır.
İslam eğitimin en büyük özelliği insana kendini tanıtmasıdır. İçindeki cevheri ve yaratıcıdan aldığı özü keşfetmesini sağlamasıdır.


2)İyi insan yetiştirmek: İslam eğitimin iyi insan yetiştirme gayesindeki en önemli özellik evrensel iyi insan yetiştirmektir. Göreceli bir şekilde kendi bölgesinde uygun davranışlarda bulunan vatandaşı değil, geçerliliğini kaybetmeyen ' iyi' değerleri taşıyan kendisiyle ve Yaratıcısıyla barışık erdemli insanı amaçlanmaktadır. İslam terbiyesi ile yetişen iyi insan, ruhu ile semaya yönelmiş olduğu halde, cismi ile yeryüzünde yürüyen, her iki hayat için de iyi davranışlar da bulunan insandır. İslam insanı kâmil yetiştirmeyi gaye edinir ki kâmil insan Yaratıcısını kendinde zuhur ettirmiş ve buna bağlı olarak ahlaklı, adaletli ve ihlâs sahibi insandır.


3)İnsanları doğru istikamette tutmak: İslam eğitiminin hedeflerinden biri de doğru yoldan sapmayacak istikrarlı ve tutarlı şahsiyet yapısına sahip insanlar yetiştirmektir.'Emrolunduğun gibi dosdoğru ol' ayetiyle Allah, kullarına doğru yolu göstermekte ve bu yolda yürümelerini başka yollara sapmamalarını emretmektedir.


4)Fertteki gizli kabiliyetleri ortaya çıkarmak ve yönlendirmek: Allah insanı farklı donanımlarda yaratmıştır. Aksi halde insanlar aynı tarafa yönelir ve aynı işleri yaparlar. Bu ise toplum düzeninde aksamalara neden olur. Bundan dolayı insandaki yeteneklerin eğitimle ortaya çıkarılması ve uygun yöne sevkedilmesi gerekir.

 Ferdin kabiliyeti dışında bir branşa ve işe zorlanması, beden ve ruh sağlığının bozulmasına neden olabilir. 20.asır pedagojisinde geçerli olan bu esas tarih boyunca İslam eğitimcileri tarafından belirlenmiş ve uygulanmıştır.

Şüphesiz ki en üst eğitici Allah Rab'dır.Yarattığını en iyi bilen ,nelere ihtiyacı olduğunu en iyi takdir eden de yine O'dur.Onun terbiyesiyle yaşamak ümidiyle.... 

Necla Şeyma Saydam 
Vuslat makale /Sayı:45

18 Eylül 2016 Pazar

KAPİTALİZMİN TAPINAKLARINDAN HOŞLANIYOR MUYUZ?


KAPİTALİZMİN TAPINAKLARINDAN HOŞLANIYOR MUYUZ? 

Bir dostumun misafiri olarak bir kafede çay içip sohbet ettik. Sonra bana lezzetini beğendiği bir lokantadan yemek ikram etmek istedi. -Aç değilim ama sana eşlik ederim diyerekten beraber takıldık. Büyük bir AVM’ye girdik ve olayların akışına tabi oldum.
Kutsal bir hava veren dev bina, geniş iç mekân… Cennet bahçesi gibi tat vermeyi amaçlarcasına süslenmiş mağaza vitrinleri… Gılmanlar gibi çalışan süslü ve güler yüzlü yiyecek mekânında karşı konulamaz kokular… Bir kahve aldık ve lüks düşenmiş bir köşenin koltuklarına gerilip kahvelerimizi içmeye başladık. Karşımda duvarı boydan boya kaplayan yarı çıplak bir kadın resminden rahatsız olarak, yer değiştiriyorum hatırını kıramadığım dostumla…
Sonunda söylemem gerekeni söylüyorum artık… Üstadım, buraları kapitalizmin… diyorum, –Tapınakları… diyerek tamamlıyor. Pekala… Burası insan kaynıyor olabilir. Ama bilinçli kişiler olarak biz buraya niye geldik? Ben kardeşlerime ilahi ahlakın güzelliklerini anlatan bir insan olarak burada bulunmakla utanç dolu bir şey yapıyorum. Allah’a karşı kendimi mahcup hissediyorum. Burada helal paramızla kahve yudumlamak haram değil. Ama burada bulunmayı bize gayrimeşru kılan, burasının şehveti, dünya seviciliğini ve bin türlü şeytani duyguyu tetikleyen Allah’tan ve maneviyattan uzaklaştırıcı mekânlar olmasıdır…
Çıkmaya karar verip yürüyoruz… Batı medeniyetinin sevgisini müminin şuuraltına çaktırmadan eken noel baba resimleri, yeni moda koca koca noel ağaçları, kuleleri… Burada olmaktan hoşlanıyor musun ey nefsim? Bu süs senin kendini iyi hissetmene mi sebep oluyor? Bin yıllık bir mübarek caminin loş dehlizinde bekleyip,  binlerce secdeyi kucağına basmış, gözyaşlarını silmiş halısında diz çökmekten soğutmuyor mu seni bu şeytani şatafat? İyi düşün!
Şu yazıyı yazmadan kısa süre önce Kardaşların memleketinde gördüm Hristiyan kültürünün şehrin her ana köşesini nasıl ele geçirdiğini… Her yerin noel ağaçlarıyla süslendiğini… Hatta gece yürürken o soğukta çalışan takma sakallı bir Kardaş, –Babayla selfi çekin diye seslendi bize yanından geçerken… Oysa ki biz Müslümanız. Bu işgal sadece Türkiye’yi değil bütün Müslümanların memleketini hedefliyormuş besbelli.
Biz medeniyetimizin tahtından düştük. Ebrumuzdan mezar taşına, ezanımızdan neyimize, kubbemizden minaremize kadar medeniyetimizin Allah’ı hatırlatan sembollerini yüreğimizden uzaklaştırdık. Öteki dünya saadetinden vazgeçmek bütün insanlığın bahtsızlığıydı. Biz de aynı bahtsız yola yöneldik.
İnsanlar Allah’ın yolunu böyle kaybediyorlar. Önce Allah’ın yolunun çevresini kaleler gibi kuşatan medeniyet sembollerini birer birer imha ettik. Şeytan orduları her bir sembolümüzü yerle bir ettikçe imanımız biraz daha savunmasız kaldı. En sonunda, yılanın bedeninde yaşayan güvercin ruhu gibi,   gayrimüslim medeniyet şablonunda yaşayan müminler olarak sahipsiz ve kimsesiz kalakaldık. Nihayet kılık kıyafetimiz kalbimizi fethetti ve göründüğümüz gibi olma yolunda ilerliyoruz.
Ne olur o keyiften mahrum etsek kendimizi? Ne olur Allah’a değil de şeytana yaklaştıran sembolleri taklit etmesek? Ne olur Allah’ın razı olmadığı şeylerden hoşlanmasa yüreğimiz? Ne olur Allah’a kavuşuncaya kadar yeryüzünde yapayalnız kalmış kimseler olarak geçirsek bu ahir ömrümüzü?
Şimdi ben bu serzenişi niye mi yazdım? Belki Allah nasip eder bir kaç vicdanlı dosta da, durumu anlar ve en azından kendini ve ailesini kurtarmaya çalışır şöyle diyerek: “Hoşlanacaklar diye batıl şeyleri taklit edeceğim konu komşumun rızası ne ki? Ben asıl, Rabbimin, yani her şeyimi lütfeden yüce Sahibimin rızasına nasıl kıyarım?”
Muhammed Bozdağ

ANNE BABA OLARAK ÇOCUĞUMUZA ALLAH’I NASIL ANLATMALI?


ANNE BABA OLARAK ÇOCUĞUMUZA ALLAH’I NASIL ANLATMALI?
Soru: Anne baba olarak çocuklarımıza Allah’ın varlığını en güzel şekilde nasıl öğretebiliriz?
Cevap: Anne babanın çocuklara Allah’ı anlatırken doğru cümleler kurabilmeleri için, öncelikle anne babanın Allah’ı doğru tanıması, Allah ile kâinat ilişkisini kendi yüreklerinde doğru kavramaları gerekir.
Allah’ın kâinatın her zerresini yaratıp her anın her olayını bizzat yönettiğini ve her anımızda O’nun yüce huzurunda bulunduğumuzu anladığımız zaman, her sözümüzde bu ilişkiyi ifade edebilir halde oluruz. Bilincimiz, yediğimiz her lokmayı yaratıp bize lütfedenin Allah olduğunu idrak eder.
Maalesef günümüzün Batı’nın tasarladığı modern eğitimi, bize ve çocuklara bu bilinci vermiyor. Laik felsefede Allah kâinattan koparılmış. Doğa kanunlarının, sebeplerin ve tesadüflerin yaratıp yönettiği bir evren anlayışına göre cümlelere dökülmüş bir anlatımdan okutuluyor bize bütün bilimsel dersler…
Çocuklarımız bu zihin ortamındaki eğitimden her şeyi Allah’ın yaratıp yönettiğini anlayamıyor. Çünkü ısıtan güneş, yağmuru yağdıran bulut, meyveyi veren ağaç veya toprak ana diye anlatılıyor kitaplarda… Hep sebepler üzerinden bir hayat felsefesi verildiği için çocuk, “Allah nerede? Ne işi var Allah’ın bu dünya düzeninde?” diye soruyor ve bir gereklilik görmeyince de “Sebepler her şeyi yapıyorsa Allah’a ihtiyaç yok!” diye düşünüyor.
Allah’a ihtiyacını idrak etmemiş bir inanç sistemiyle mezun oluyor hemen herkes bu okullardan. Din veya ahlak dersinden bir şeyler söylense, yaz tatillerinde gidilen camilerin kuran Kurslarından bir şeyler işitilse de, bunlar okulların kazandırdığı o derin felsefeye dıştan yamatılmış gibi kalıyor öğrencinin yüreğinde. Tamam, belki de taklit olarak Allah vardır diyecek ve inanacak ama bunun derin anlamını idrak edemeyecek. Zaten bütün bu batıl inanışların zihinlerimize girebilmesinin yegâne sebebi bu imanın tanımının bize hakkıyla ve yeterince yapılamamasıdır. Çok az insana bu müşrik bilim felsefesinden uzak bir zihinle durumu kavramak nasip oluyor.
Müslümanların bile büyük bir bölümü bu eğitim düzeni yüzünden Allah’ı tıpkı Hristiyanlar gibi gökyüzündeki sakallı dede sanacaklar neredeyse. Göklerde duran ve seyreden bir şey! Sadece başa bela gelince veya kandillerde, nikâhlarda, ölümlerde akla gelen, arada bir hatırlanası bir varlık… Ne başarıyla, ne zenginlikle, ne nasiple, ne bahtla ilgisi olmayan… Sadece çocukların başına bela gelince ve birileri açlıktan ölünce veba musibet üstüne musibet devam edince suçun üzerine atılacağı ve isyan edilecek bir varlık. Geldiğimiz felaket yer burası çoğumuz için.
Oysa Allah’ın kudret eli her yağmur damlasında, her soluğumuzda, nöronlarımızın her tetiklemesinde… Bunu anlasak gerçek imanı idrak etmiş olacağız ve zaten kendiliğinden dilimizden dökülecek bu imanı izah eden anlatımlar. Böylece anne baba, Allah şu anda ne yapıyor sorusuna, çevresinde olup biten herşeyin perde arkasına dikkat çekerek cevap verecektir. Yağmurun, kelebeleğin, yazın, kışın her sahnesinin arkasındaki ilahi kudret eline işaret edecektir.
Çocuğumuza bu bakış açısıyla konuştukça Allah’ın izniyle taklide dayanmayan, gerçek ve sarsılmaz bir imanı yüreklerinde inşa etmiş oluruz. Bu tür konulardaki konuşmalarımızı çocukların bizi anladıkları andan itibaren, onlarla oynarken, beraber yemek yerken, gezideyken, her konuşma fırsatında gündeme getirebiliriz.   Bu imanı yerleştirdikten sonra çocuklarımıza ilk vermemiz gereken değerler, Allah’a şükür, minnet, saygı, bağlılık, dürüstlük, çalışkanlık ilkeleridir. Bunları samimiyetle kavrayan bir çocuk gerisini Allah’ın izniyle getirecektir. 
Muhammed Bozdağ

16 Eylül 2016 Cuma

ÇOCUKLARDA MAHREMİYET EĞİTİMİ


ÇOCUKLARDA MAHREMİYET EĞİTİMİ

Günümüz ebeveynin ihmal ettiği bir konu olmasına rağmen, çocuk eğitiminde “mahremiyet” duygusunun verilmesi hayati bir öneme sahiptir. Mahremiyet eğitiminde ihmale uğrayan çocuklar dağlarda, sırtlanlar arasında gezinen bir ceylan gibi, her an bir çift hain gözün tuzağına düşmeye adaydır. Kendisine yönelebilecek tehlikelerden habersiz, o masum çocuklar, her an tuzaklara düşmeye aday olarak sokak ortasında kendilerini korumaktan aciz, şen şakrak oyunlar oynamaktadır.

Bir insanın bütün bir hayatında iz bırakacak böylesi korkunç bir tehlike karşısında anne babaların hala bilinçsiz olması akıl alacak gibi bir şey değil. Bu konuda “N’olur hocam yardım edin, ateş düştüğü yeri yakıyormuş” diye kapımızı çalan anne babaların ortak özelliği, “bize bir şey olmaz” diye mahremiyet eğitimini önemsemeyen anne babalardan oluşmuş olduğunu üzülerek görüyoruz.


Kız olsun veya erkek olsun, çocukları yetiştirirken, kendilerini bu “türlü hasta ruhlu insanlar”dan koruyabilmesi için “sadece” nasihat vermek yeterli değildir. Hatta çok defa; “Aman, oğlum/kızım, dışarıdaki kötü adamlara dikkat et, seni alır kaçırır...” türünden korku dolu nasihatler çocuğun ruhunda derin yaralar açılmasına da neden olmaktadır. Bir yandan sosyal yönü kuvvetli çocuk yetiştirmek için uğraşılırken, bir yandan da böylesi nasihatler çocukların içe kapanmasına ve sosyal çevreden korkmasına neden olabilir.



Mahremiyet Eğitimi veya Temel Davranış Refleksi

O halde çok iyi bilinmelidir ki, çocukların mahremiyet eğitimi tek başına nasihat ile veya korkutmalarla olabilecek bir şey asla değildir.

Çocukların kendi bedenlerine yönelecek tehlikelerden kurtulabilmesi için verilecek olan asıl mahremiyet eğitimine biz, “Temel Davranış Refleksi” diyoruz. (Temel Davranış Refleksi’ni eskiler “Hayâ Duygusu” olarak da kullanmışlardır.)

Ancak, üzülerek belirtmek gerekirse, günümüz anne babaları kendi çocukları açısından hayati önem taşıyan “Temel Davranış Refleksi”nin nasıl kazandırılacağı konusunda yeterince bilgi sahibi değiller.

Halbuki Temel Davranış Refleksi gelişmiş bir çocuk kendisine yönelecek bir tehlikenin, tehlike olduğunu fark etmese bile, ani bir refleks ile o tehlikeden kendisini koruyabilir. Çocuk, kendisine yönelen anormal davranışın ne anlama geldiğini bilmese dahi ciddi rahatsızlık duyar ve o an o ortamdan uzaklaşmak ister.

Temel Davranış Refleksi hangi yaşta ve nasıl verilmelidir?

Temel Davranış Refleksi, çocuklara, en kolay olarak 4 – 7 yaş arasında kazandırılır. Bu yaş aralığındaki çocuklara aşağıdaki yol ve yöntemler izlenilerek bu refleks kazandırılır.

“Bedenim bana aittir” bilinci

Daha bebekliğinden itibaren kendisini rahatlıkla yetişkinlerin eline bırakan bebeğin ilerleyen yıllarda kendi bedeninin farkına varması ve çevresindeki yetişkinlerden ayrı bir birey olduğunu hissetmesi gerekir. Kendi bedeninin kendisine ait olduğu hissini kazanamayan ve kendi bedeni üzerinde başkalarının bir şeyler yapabileceğini düşünen çocuk rahatlıkla taciz tuzağına düşebilmektedir. Anne-babalar, çocukları 4 yaşına gelmeye başladığı andan itibaren çocuklarına vücudunun kendisine ait olduğu bilincini vermelidir. Bu bilincin oluşturulmasında en temel faktör anne-babaların çocuklarının bedenleri ile yapacakları tasarruflarda çocuklarının onayını alma yönünde eğilim göstermektir. Örneğin, terlemiş bir çocuğun atleti izin alınmadan aniden çıkartılmamalı, altını ıslatmış bir çocuğun pantolonu kızgınlıkla ve öfkeyle değil, çocuktan izin alınarak çıkartılmalıdır. Çocuk zamanla kendisinden izin alınmadan bedenine yapılacak müdahaleleri hisseder ve rahatsız olur.

"İzin verirsem dokunabilirsin” bilinci

Bu bilincin oluşturulması için anne baba, çocuğunun vücudunu hoyratça kullanmaktan kaçınmalıdır. Ebeveynlerin çocuklarını öperken “Seni öpebilir miyim?” diye izin istemeleri bu bilincin oluşmasında etkilidir. Çocuğun güçsüz bedeninin, herkes tarafından izinsiz kullanılmasının çocukların kendi bedenlerini koruma refleksini kıracağı unutulmamalıdır.

Dokunulması yasak olan yerlerim” refleksi

Çocuklar dört yaşından itibaren vücutlarının belli bölgelerine dokunulmasından rahatsızlık duymaya başlamalıdır. Özellikle mahrem bölgelere dokunulması çocukta ani tepkiye neden olmalıdır. Bu bilincin kazandırılması için dört yaşından itibaren çocukların mahrem bölgelerine temas azaltılmalıdır. Eş, dost ve akrabalar tarafından çocuk, cinsel organlarına dokunularak, öperek, vurarak sevilmemelidir.

Fiziksel baskıya direnme” refleksi

Küçük yaştaki çocuklar kendi güçsüzlüklerini ve çaresizliklerini büyüklerin gücünü keşfettikçe anlarlar. Anne-babalar ve akrabalar, çocuklarına olan sevgi gösterileri sırasında çocuklara kendi güçsüzlüklerini hissettirecek kadar büyük ve orantısız güç kullanmaktan kaçınmalıdırlar. Anne-babalar, çocuğuna kendisine güç uygulandığında karşılık verilmesi gerektiğini öğretmelidirler. Bunun için bazen çocuğun istemediği bazı durumlarda gösterdiği tepki, güç gösterisi ile kırılmamalı, çocuğun direncinin işe yaradığı bizzat yaşayarak gösterilmelidir.

“Vücudum görünmemeli” hissi

Çocuklar yürümeye başladığı andan itibaren, çırılçıplak olarak ortada bırakılmamalıdır. Çocuk, hatırlayabildiği en küçük yaşlardan itibaren kendisini mahrem bölgeleri giyinik olarak hatırlamalıdır. Özellikle dört yaşından itibaren çocuklar çırılçıplak olarak ev içinde veya ev dışında bulunmamalı, giysilerini kendisinin giyip çıkartmasına izin verilmelidir. Kendisini başkalarının yanında çıplak olarak görmeye alışkın olmayan bir çocuk, elbisesinin birileri tarafından çıkartılmasından ciddi rahatsızlık duyacaktır.

“Banyoda çıplak olunmaması” bilinci

Çocuk, temel davranış refleksi kazanması açısından dört yaşından itibaren anne-babası ile birlikte tamamen çıplak olarak banyoda bulunmamalıdır. Ayrıca çocuklar banyo yaparken üzerinde külotu da bulunmalıdır ki, çocuk, mahrem bölgelerinin görülmemesi ilkesini pratikte yaşayarak öğrenmiş olsun.

“Tuvalette benden başkası olmamalı” bilinci

Bazı anne babalar, çeşitli nedenlerle ya çocukları ile birlikte tuvalete girmekte veya tuvaletin kapısını aralık bırakmaktadır. Bu davranış çocuğun temel davranış refleksi kazanmasına engel olmaktadır. Her ne sebeple olursa olsun dört yaşına gelen bir çocuk, tuvaletin “özel” bir mekan olduğunu öğrenmeli, tuvalet ihtiyacını gideren birisinin başkaları tarafından görülmesinin uygun olmayacağını bilmelidir. Çocuk mahrem bölgelerinin görülmesinden rahatsızlık duymamaya, kendisini tuvalette iken gören birisine tepki vermemeye alışmamalıdır.

“Soyunma ve giyinmede yalnızlık” ilkesi

Çocuğun dört yaşından itibaren mahrem bölgelerinin başkaları tarafından görülmesinden adım adım uzaklaşması gerekir. Bu bağlamda çocukların elbiseleri herkesin içerisinde değiştirilmemelidir. Çocuklar mümkünse elbiselerini kendileri ve kimsenin görmediği bir ortamda değiştirmelidir. Eğer çocuk kendisi elbiselerini değiştiremiyorsa, anne ile ayrı bir odaya gidilerek elbiseler değiştirilmelidir.

“İzin verirsem kabul edilirsin” ilkesi

Anne için çocuk ne kadar büyürse büyüsün çocuktur. O yüzden anne, çocuğunun odasına girerken izin alınması gerektiğini düşünmez. Ancak, çocuk dört yaşına girdiğinden itibaren “izin verirsem kabul edilirsin” ilkesi hayata geçirilmelidir. Anne-baba, çocuğun odasına girerken izin istemeli, her şeye rağmen onun çıplak vücudu ile karşılaşıldığında özür dilenip kapı kapatılmalıdır. Bu davranış kalıbı hem çocuğun kişiliğine saygıyı, hem de çocuğun rahatsız olduğu bir durumda itiraz edebilme becerisi kazandırılması açısından önemlidir.

(Konu hakkında daha geniş bilgi için; “Annababaların Korkulu Rüyası Çocuklara Yönelik Taciz, Sistem Yayıncılık, Pedag. A. Güneş,” isimli kitaba müracaat edilebilir.)

Uzman Pedagog Adem Güneş