MEDENİYET ANLAYIŞIMIZ
Her insan topluluğu tarihî süreç
içerisinde az veya çok zengin; az veya çok eski bir medeniyet ortaya koymuştur.
Medeniyet tarih içinde insan, hayat ve kâinat etkileşimi neticesinde doğmuş bir
toplumun maddi ve manevi varlıklarının, fikir ve sanat çalışmalarının
bütünüdür.
İslâm dini, Müslümanlara İslâm vahyine
ve tevhid gerçeğine dayanan bir medeniyet kurma sorumluluğunu yüklemiş bir
dindir. Bu imar görevi Hud suresinin 61. âyet-i kerimesinde ifadesini şöyle
bulur: ‘‘Semud milletine de kardeşleri Salih'i gönderdik. O dedi ki: Ey
milletim! Allah'a kulluk edin; O'ndan başka ilâhınız yoktur; sizi yeryüzünde
yaratıp orayı imar etmenizi dileyen O'dur. Öyleyse O'ndan mağfiret dileyin,
sonra da O'na tevbe edin...’’ Bu imar yeryüzünü ve içindekileri maddî ve manevî
anlamda ıslah etme anlamını içine almaktadır. Bu noktada İslâm’da medeniyet
sadece yaşam standartlarının yükseltilmesi, şehirlileşme ve modernleşme gibi
maddî anlamlar taşımaz. İslâm medeniyetinde öncelikli olan, gerek insan ve
toplumlarla ilişkilerde gerekse eşyayla münasebetlerde bakış açısının, ahlâk ve
zihniyetinin nasıl olması gerektiğidir. Bu bakış açısı, batı medeniyetinde
insan heva ve hevesine dayanırken İslâm medeniyetinde ise ilahî vahye dayanır.
İslâm’ın getirmiş olduğu ilkeler
Medine’de İslâm devletinin kuruluşundan itibaren günümüze kadar gelmiştir. Bu
ilkeler İslâm toplumunda olaylar içerisinde yerleşerek gelişmiş ve İslâm
medeniyetini oluşturmuştur. Müslümanlar, ilim, fen, tıp ve edebiyatta en yüksek
mertebeye ulaşmışlardır. Hicretten henüz bir asır bile geçmeden 711 yılında
fethedilen İspanya İslâm hâkimiyetine girdikten sonra en güzel şekilde imar
edilmiştir. Eczacılıkta İbnü’l-Baytar, ziraat alanında Ebu Abdullah Muhammed
bin Malik, kimya ve tıp alanında Abbas b. Firnas, Yunus el-Harrani, felsefede
ibn Rüşd, mekanik, dinamik ve optik dallarında İbnü’l-Heysem ve İbn Bacce,
cebir’de Cabir b. Felah birer zirveydi. İlimde o kadar ileri gidilmişti ki
papazlar bile Endülüs üniversitelerinde okuyor, dünyanın birçok yerinden
insanlar bu üniversitelerde ilim tahsil etmek için adeta İspanya’ya akın
ediyordu.
Ancak son iki asırdır medeniyetin
merkezi olarak insanlığa Batı takdim edilmektedir. Başarıda ve ideal sistem
olmakta Batı sistemleri temel alınmakta; Batı medeniyeti ilerlemenin,
mutluluğun, refahın tek adresi olarak gösterilmektedir. Gerçekten
medeniyetlerin temel dinamikleri ve tarihi incelenip karşılaştırıldığında hangi
medeniyetin insanlara huzur ve mutluluk sağladığı, hangisinin insanlığı zulüm
ve kaosa sürüklediği gerçeği bütünüyle ortaya çıkacaktır.
Batı medeniyeti Yahudi-Hristiyan dinine,
eski Yunan ve Roma mirasına, sekülerlik ve demokrasi ilkelerine dayanır. İslâm
medeniyeti ise ilahî ve mutlak doğru olan İslâm vahyi ve tevhid gerçeğine
dayanır.
Batı yönetim anlayışının temelinde
demokrasi ve laiklik ilkesi bulunmaktadır. Allah’ı ve dini siyasete, dünya
işlerinin iradesine karıştırmazlar. Böyle olunca da idareciler tanrılaşır,
çıkardıkları kanunları, aldıkları kararları insanlara dayatırlar. Halkın egemenliği
bir aldatmadan ibarettir. Diğer taraftan siyasî otoriteyi, sermaye belirleyip
yönlendirir.
İslâm yönetim anlayışı ise esas olarak
ilahî vahye dayandığından “yöneticilerin seçimle iş başına gelmeleri, toplumu
danışma yoluyla yönetmeleri, yönettiklerine hesap vermeleri, başarısızlık ve
ehliyetin kaybı halinde emaneti ehline teslim etmeleri” şeklinde
özetleyebileceğimiz bir siyaset usulünü ihtiva eder.
Her iki medeniyetin insana bakışları ise
en önemli farkı oluşturmaktadır. Batıda ırk, servet, mevki, makam gibi tesadüfî
unsurlar insan ilişkilerini belirleyen en temel faktörlerdir. İslâm’da bu gibi
tesadüfî unsurların dışında, insanın haysiyet ve şerefi söz konusudur. İslâm
insanı terbiye edip, eşyanın ve kâinatın efendisi kılmıştır; batı ise insanı
maddenin, eşyanın kölesi haline getirmiştir. Batı medeniyeti insanı
eşyalaştıran, insan haysiyetini sıfıra indiren bir medeniyettir.
İslâm medeniyeti, “Allah’ın
yarattıklarının insanlara emanet edilmesi ve onların hizmetine verilmesi”
ilkesine dayanır. Bu sebeple İslâm medeniyeti tabiat ile uyum içerisindedir. Bu
medeniyetin mensupları kıyametin kopacağını bilseler dahi ellerindeki fidanı
dikmeleri gerektiğinin bilincindedirler. Ancak batı medeniyeti insanlık
tarihini insan ile tabiatın mücadelesi şeklinde görmektedir. Bu inanç
içerisinde olan batı medeniyetinin mensupları tabiatı tahrip etmekte, dünyayı
ekolojik dengesizliğe sürüklemektedir. Günümüzde Meksika körfezinde yaşanan
petrol felaketi tarihin en büyük çevre felaketi olarak batı medeniyetinin çevre
katlinde ne kadar ilerlediğini bizlere göstermektedir. Batı medeniyeti tabiatla
uyum içerisinde olmak yerine ona hakim olmaya kalkışarak doğayı kirletmekte,
ekolojik düzeni bozmaktadır.
Batı medeniyeti sömürgecilikle başladığı
dünyayı sömürme hareketine şimdi de küreselleşme yoluyla devam etmekte, kendi
sefahat ve menfaati için dünyayı felakete sürüklemektedir. Batı medeniyeti
hesaba gelmez servetin ve canın yok olmasına sebep olan iki dünya savaşının
adıdır. Batı medeniyeti Afganistan, Çeçenistan, Irak ve Filistin’deki zulmün ve
vahşetin adıdır. Batı medeniyeti Kuzey ve Güney Amerika’daki soykırımın adıdır.
Kısacası, batı medeniyetinin tarihi savaş, katliam ve soykırımın tarihidir.
İktisadı, ‘‘Kıt kaynakların sınırsız ihtiyaçlar karşısında en verimli şekilde dağıtılması’’ olarak tanımlayan batı medeniyetinin neden olduğu sonuç şudur: Dünya servetinin % 80’ini kullanan % 20’lik bir azınlık; bir başka ifadeyle dünya servetinin % 20’sini kullanan % 80 bir çoğunluk. Fazla tıkınmaktan obez olan azınlık, açlıktan kıvranan ve ölen çoğunluk.
İktisadı, ‘‘Kıt kaynakların sınırsız ihtiyaçlar karşısında en verimli şekilde dağıtılması’’ olarak tanımlayan batı medeniyetinin neden olduğu sonuç şudur: Dünya servetinin % 80’ini kullanan % 20’lik bir azınlık; bir başka ifadeyle dünya servetinin % 20’sini kullanan % 80 bir çoğunluk. Fazla tıkınmaktan obez olan azınlık, açlıktan kıvranan ve ölen çoğunluk.
İslâm medeniyeti yapıcıdır, gittiği beldeleri
imar eder; batı medeniyeti ise yıkıcıdır, gittiği yerde tahribat yaratır. İslâm
medeniyeti Mostar köprüsüdür; batı medeniyeti ise Bosna savaşıdır, Mostar’a
atılan bomba ve yıkılan köprüdür. İslâm medeniyeti, Buhara’da, Semerkant’ta,
Bağdat’ta, Endülüs’te, İstanbul’da ilimdir, ilerlemedir, sanattır, mimaridir;
batı medeniyeti Afganistan’da savaş, Irak’ta zulüm ve gözyaşı, İspanya’da
Müslümanlara uygulanan soykırımdır.
Batı medeniyeti, insanı nefsinin
arzularına mahkûm eder, aklı ve iradesi olmayan canlıların derecesine indirir.
Aile bağlarının gevşemesi, insanın yalnızlaşması, cinsel sapıklığın artması bu
medeniyetin ürünüdür. İslâm medeniyeti insanı nefsi üzerinde hâkim kılar,
onları yaratılanların en üstünü mertebesine taşır. Aile ve akrabalık bağlarını
kuvvetlendirir, insanı izzet ve şeref sahibi kılar.
Medeniyetin merkezi olarak sunulan
çağdaş Batı medeniyetinin karnesi savaşlar, zulümler, soykırımlar, insan
hakları ihlâlleri ve çevre katliamlarıyla doludur. Aslında bu sonuç ilahî
kaynaktan yoksun, Allah’ı yok sayarak, hatta Allah’a rağmen bir medeniyet
oluşturmaya çalışmanın doğal bir sonucudur.
İslâm medeniyeti geçmiş asırlarda iyi
bir imtihan vermiş, insanları geliştirip mutlu edebileceğini, dünyaya huzur,
adalet ve hürriyet getirebileceğini ispat etmiştir. Müslümanlar, ilim, fen ve
sanatın güzel ahlâkla birlikte nasıl olması gerektiğinin en güzel örneğini
sunan bir medeniyet ortaya koymuşlardır. Ancak İslâm ülkelerinin bugünkü durum
ve sistemleri o hayran olduğumuz medeniyetten uzaktır. Gerçek şudur ki, İslâm
ülkeleri resmî ve fiilî düşman işgallerinin yanında bir medeniyet savaşının da
içerisindedir. Allah’a hamdolsun Müslümanlar düşman işgallerine karşı tüm
güçleriyle cihad meydanlarında mal, can ve kanlarıyla mücadele vermekte,
bizlere zaferler müjdelemektedirler. Müslümanlar olarak bu fiilî ve resmî
işgallere karşı gösterdiğimiz mücadele ruhunu batı ile yürütülen medeniyet
savaşında da gösterilmeliyiz. Hz. Peygamber (s.a.v.) inanmayanların karşısına
sadece kılıçla değil, aynı zamanda inançla, sözle, düşünceyle, ahlâkla ve
Müslüman şairlerin şiirleriyle de karşı çıkmıştı. Bizim de aynı yolu izlememiz
gerekmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.), Müslümanları İslâm düşmanlarının
güçlerini dengeleyecek maddî ve manevî silahlarla donatmıştı. Biz de aynı yolu
izleyerek maddî ve manevî bütün cephelerde temel kuruluşlarımızı
gerçekleştirmek durumundayız. Müslümanlar olarak geçmişteki büyük İslâm
yaşantısına hayran olmakla yetinmemeliyiz. O yaşantıyı bugün de
gerçekleştirmeyi bir görev bilmeliyiz. İslâm medeniyetini yaşatmak sadece
geçmişte ortaya konanları muhafaza etmekle maalesef mümkün olmuyor. Aynı İslâmî
yaşantıyı ve medeniyeti çağımız içerisinde de ortaya koymak zorundayız. Bunun
için ilk olarak İslâm dışı sistemlerden farklılığımızı belirtmek durumundayız.
İkinci olarak İslâm’ı bir bütün olarak ele almalıyız. İslâm inancını, ahlâkını,
hukukunu, iktisadını, siyasetini ve sosyal hayatını birbirinden bağımsız ve
ayrı olarak ele almamalıyız. Öncelikle her Müslüman İslâm’ı bütün
özellikleriyle kendi hayatına uygulamalı, ancak hiçbir Müslüman’ın yaşantısı
ferdî olmamalıdır. Toplum halinde Müslümanca yaşamayı İslâm’ın bir gerekliliği
kabul etmeli ve toplumsal faaliyetler içerisinde yer almalıyız. Sanattan
siyasete -politikaya değil-, edebiyattan sosyolojiye, felsefeden tarihe kadar
her alanda yapılacak faaliyetler içerisinde yer alarak, İslâm dışı sistemlere
karşı alternatif alanlar oluştu93rmalıyız.
Unutmayalım! İslâm medeniyeti asla ölmüş
değildir ve ölmeyecektir de. Çünkü ölmemiş ve ölmeyecek İslâm vahyine ve asr-ı
saadet yaşantısının bilgisine sahibiz. Özlenen, beklenen İslâm medeniyeti
İslâm’ı nefislerimiz üzerinde hâkim kılmaktan geçmektedir. İslâm’ı
nefislerimizde hâkim kıldığımız takdirde, biz dünyaya hâkim, dünya ise bize
hâdim olacaktır.
ALİ YÜKSEL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder