20 Kasım 2016 Pazar

MEDENİYET ANLAYIŞIMIZ



MEDENİYET ANLAYIŞIMIZ

Her insan topluluğu tarihî süreç içerisinde az veya çok zengin; az veya çok eski bir medeniyet ortaya koymuştur. Medeniyet tarih içinde insan, hayat ve kâinat etkileşimi neticesinde doğmuş bir toplumun maddi ve manevi varlıklarının, fikir ve sanat çalışmalarının bütünüdür.
İslâm dini, Müslümanlara İslâm vahyine ve tevhid gerçeğine dayanan bir medeniyet kurma sorumluluğunu yüklemiş bir dindir. Bu imar görevi Hud suresinin 61. âyet-i kerimesinde ifadesini şöyle bulur: ‘‘Semud milletine de kardeşleri Salih'i gönderdik. O dedi ki: Ey milletim! Allah'a kulluk edin; O'ndan başka ilâhınız yoktur; sizi yeryüzünde yaratıp orayı imar etmenizi dileyen O'dur. Öyleyse O'ndan mağfiret dileyin, sonra da O'na tevbe edin...’’ Bu imar yeryüzünü ve içindekileri maddî ve manevî anlamda ıslah etme anlamını içine almaktadır. Bu noktada İslâm’da medeniyet sadece yaşam standartlarının yükseltilmesi, şehirlileşme ve modernleşme gibi maddî anlamlar taşımaz. İslâm medeniyetinde öncelikli olan, gerek insan ve toplumlarla ilişkilerde gerekse eşyayla münasebetlerde bakış açısının, ahlâk ve zihniyetinin nasıl olması gerektiğidir. Bu bakış açısı, batı medeniyetinde insan heva ve hevesine dayanırken İslâm medeniyetinde ise ilahî vahye dayanır.
İslâm’ın getirmiş olduğu ilkeler Medine’de İslâm devletinin kuruluşundan itibaren günümüze kadar gelmiştir. Bu ilkeler İslâm toplumunda olaylar içerisinde yerleşerek gelişmiş ve İslâm medeniyetini oluşturmuştur. Müslümanlar, ilim, fen, tıp ve edebiyatta en yüksek mertebeye ulaşmışlardır. Hicretten henüz bir asır bile geçmeden 711 yılında fethedilen İspanya İslâm hâkimiyetine girdikten sonra en güzel şekilde imar edilmiştir. Eczacılıkta İbnü’l-Baytar, ziraat alanında Ebu Abdullah Muhammed bin Malik, kimya ve tıp alanında Abbas b. Firnas, Yunus el-Harrani, felsefede ibn Rüşd, mekanik, dinamik ve optik dallarında İbnü’l-Heysem ve İbn Bacce, cebir’de Cabir b. Felah birer zirveydi. İlimde o kadar ileri gidilmişti ki papazlar bile Endülüs üniversitelerinde okuyor, dünyanın birçok yerinden insanlar bu üniversitelerde ilim tahsil etmek için adeta İspanya’ya akın ediyordu.
Ancak son iki asırdır medeniyetin merkezi olarak insanlığa Batı takdim edilmektedir. Başarıda ve ideal sistem olmakta Batı sistemleri temel alınmakta; Batı medeniyeti ilerlemenin, mutluluğun, refahın tek adresi olarak gösterilmektedir. Gerçekten medeniyetlerin temel dinamikleri ve tarihi incelenip karşılaştırıldığında hangi medeniyetin insanlara huzur ve mutluluk sağladığı, hangisinin insanlığı zulüm ve kaosa sürüklediği gerçeği bütünüyle ortaya çıkacaktır.
Batı medeniyeti Yahudi-Hristiyan dinine, eski Yunan ve Roma mirasına, sekülerlik ve demokrasi ilkelerine dayanır. İslâm medeniyeti ise ilahî ve mutlak doğru olan İslâm vahyi ve tevhid gerçeğine dayanır.
Batı yönetim anlayışının temelinde demokrasi ve laiklik ilkesi bulunmaktadır. Allah’ı ve dini siyasete, dünya işlerinin iradesine karıştırmazlar. Böyle olunca da idareciler tanrılaşır, çıkardıkları kanunları, aldıkları kararları insanlara dayatırlar. Halkın egemenliği bir aldatmadan ibarettir. Diğer taraftan siyasî otoriteyi, sermaye belirleyip yönlendirir.
İslâm yönetim anlayışı ise esas olarak ilahî vahye dayandığından “yöneticilerin seçimle iş başına gelmeleri, toplumu danışma yoluyla yönetmeleri, yönettiklerine hesap vermeleri, başarısızlık ve ehliyetin kaybı halinde emaneti ehline teslim etmeleri” şeklinde özetleyebileceğimiz bir siyaset usulünü ihtiva eder.
Her iki medeniyetin insana bakışları ise en önemli farkı oluşturmaktadır. Batıda ırk, servet, mevki, makam gibi tesadüfî unsurlar insan ilişkilerini belirleyen en temel faktörlerdir. İslâm’da bu gibi tesadüfî unsurların dışında, insanın haysiyet ve şerefi söz konusudur. İslâm insanı terbiye edip, eşyanın ve kâinatın efendisi kılmıştır; batı ise insanı maddenin, eşyanın kölesi haline getirmiştir. Batı medeniyeti insanı eşyalaştıran, insan haysiyetini sıfıra indiren bir medeniyettir.
İslâm medeniyeti, “Allah’ın yarattıklarının insanlara emanet edilmesi ve onların hizmetine verilmesi” ilkesine dayanır. Bu sebeple İslâm medeniyeti tabiat ile uyum içerisindedir. Bu medeniyetin mensupları kıyametin kopacağını bilseler dahi ellerindeki fidanı dikmeleri gerektiğinin bilincindedirler. Ancak batı medeniyeti insanlık tarihini insan ile tabiatın mücadelesi şeklinde görmektedir. Bu inanç içerisinde olan batı medeniyetinin mensupları tabiatı tahrip etmekte, dünyayı ekolojik dengesizliğe sürüklemektedir. Günümüzde Meksika körfezinde yaşanan petrol felaketi tarihin en büyük çevre felaketi olarak batı medeniyetinin çevre katlinde ne kadar ilerlediğini bizlere göstermektedir. Batı medeniyeti tabiatla uyum içerisinde olmak yerine ona hakim olmaya kalkışarak doğayı kirletmekte, ekolojik düzeni bozmaktadır.
Batı medeniyeti sömürgecilikle başladığı dünyayı sömürme hareketine şimdi de küreselleşme yoluyla devam etmekte, kendi sefahat ve menfaati için dünyayı felakete sürüklemektedir. Batı medeniyeti hesaba gelmez servetin ve canın yok olmasına sebep olan iki dünya savaşının adıdır. Batı medeniyeti Afganistan, Çeçenistan, Irak ve Filistin’deki zulmün ve vahşetin adıdır. Batı medeniyeti Kuzey ve Güney Amerika’daki soykırımın adıdır. Kısacası, batı medeniyetinin tarihi savaş, katliam ve soykırımın tarihidir.
İktisadı, ‘‘Kıt kaynakların sınırsız ihtiyaçlar karşısında en verimli şekilde dağıtılması’’ olarak tanımlayan batı medeniyetinin neden olduğu sonuç şudur: Dünya servetinin % 80’ini kullanan % 20’lik bir azınlık; bir başka ifadeyle dünya servetinin % 20’sini kullanan % 80 bir çoğunluk. Fazla tıkınmaktan obez olan azınlık, açlıktan kıvranan ve ölen çoğunluk.
 İslâm medeniyeti yapıcıdır, gittiği beldeleri imar eder; batı medeniyeti ise yıkıcıdır, gittiği yerde tahribat yaratır. İslâm medeniyeti Mostar köprüsüdür; batı medeniyeti ise Bosna savaşıdır, Mostar’a atılan bomba ve yıkılan köprüdür. İslâm medeniyeti, Buhara’da, Semerkant’ta, Bağdat’ta, Endülüs’te, İstanbul’da ilimdir, ilerlemedir, sanattır, mimaridir; batı medeniyeti Afganistan’da savaş, Irak’ta zulüm ve gözyaşı, İspanya’da Müslümanlara uygulanan soykırımdır.
Batı medeniyeti, insanı nefsinin arzularına mahkûm eder, aklı ve iradesi olmayan canlıların derecesine indirir. Aile bağlarının gevşemesi, insanın yalnızlaşması, cinsel sapıklığın artması bu medeniyetin ürünüdür. İslâm medeniyeti insanı nefsi üzerinde hâkim kılar, onları yaratılanların en üstünü mertebesine taşır. Aile ve akrabalık bağlarını kuvvetlendirir, insanı izzet ve şeref sahibi kılar.
Medeniyetin merkezi olarak sunulan çağdaş Batı medeniyetinin karnesi savaşlar, zulümler, soykırımlar, insan hakları ihlâlleri ve çevre katliamlarıyla doludur. Aslında bu sonuç ilahî kaynaktan yoksun, Allah’ı yok sayarak, hatta Allah’a rağmen bir medeniyet oluşturmaya çalışmanın doğal bir sonucudur.
İslâm medeniyeti geçmiş asırlarda iyi bir imtihan vermiş, insanları geliştirip mutlu edebileceğini, dünyaya huzur, adalet ve hürriyet getirebileceğini ispat etmiştir. Müslümanlar, ilim, fen ve sanatın güzel ahlâkla birlikte nasıl olması gerektiğinin en güzel örneğini sunan bir medeniyet ortaya koymuşlardır. Ancak İslâm ülkelerinin bugünkü durum ve sistemleri o hayran olduğumuz medeniyetten uzaktır. Gerçek şudur ki, İslâm ülkeleri resmî ve fiilî düşman işgallerinin yanında bir medeniyet savaşının da içerisindedir. Allah’a hamdolsun Müslümanlar düşman işgallerine karşı tüm güçleriyle cihad meydanlarında mal, can ve kanlarıyla mücadele vermekte, bizlere zaferler müjdelemektedirler. Müslümanlar olarak bu fiilî ve resmî işgallere karşı gösterdiğimiz mücadele ruhunu batı ile yürütülen medeniyet savaşında da gösterilmeliyiz. Hz. Peygamber (s.a.v.) inanmayanların karşısına sadece kılıçla değil, aynı zamanda inançla, sözle, düşünceyle, ahlâkla ve Müslüman şairlerin şiirleriyle de karşı çıkmıştı. Bizim de aynı yolu izlememiz gerekmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.), Müslümanları İslâm düşmanlarının güçlerini dengeleyecek maddî ve manevî silahlarla donatmıştı. Biz de aynı yolu izleyerek maddî ve manevî bütün cephelerde temel kuruluşlarımızı gerçekleştirmek durumundayız. Müslümanlar olarak geçmişteki büyük İslâm yaşantısına hayran olmakla yetinmemeliyiz. O yaşantıyı bugün de gerçekleştirmeyi bir görev bilmeliyiz. İslâm medeniyetini yaşatmak sadece geçmişte ortaya konanları muhafaza etmekle maalesef mümkün olmuyor. Aynı İslâmî yaşantıyı ve medeniyeti çağımız içerisinde de ortaya koymak zorundayız. Bunun için ilk olarak İslâm dışı sistemlerden farklılığımızı belirtmek durumundayız. İkinci olarak İslâm’ı bir bütün olarak ele almalıyız. İslâm inancını, ahlâkını, hukukunu, iktisadını, siyasetini ve sosyal hayatını birbirinden bağımsız ve ayrı olarak ele almamalıyız. Öncelikle her Müslüman İslâm’ı bütün özellikleriyle kendi hayatına uygulamalı, ancak hiçbir Müslüman’ın yaşantısı ferdî olmamalıdır. Toplum halinde Müslümanca yaşamayı İslâm’ın bir gerekliliği kabul etmeli ve toplumsal faaliyetler içerisinde yer almalıyız. Sanattan siyasete -politikaya değil-, edebiyattan sosyolojiye, felsefeden tarihe kadar her alanda yapılacak faaliyetler içerisinde yer alarak, İslâm dışı sistemlere karşı alternatif alanlar oluştu93rmalıyız.
Unutmayalım! İslâm medeniyeti asla ölmüş değildir ve ölmeyecektir de. Çünkü ölmemiş ve ölmeyecek İslâm vahyine ve asr-ı saadet yaşantısının bilgisine sahibiz. Özlenen, beklenen İslâm medeniyeti İslâm’ı nefislerimiz üzerinde hâkim kılmaktan geçmektedir. İslâm’ı nefislerimizde hâkim kıldığımız takdirde, biz dünyaya hâkim, dünya ise bize hâdim olacaktır.

ALİ YÜKSEL


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder