22 Ekim 2017 Pazar

EMPERYALİZMİN KİRLİ YÜZÜ

EMPERYALİZMİN KİRLİ YÜZÜ


Bugün dünya tek kutuplu, küresel bir ifsat ve imha kuşatması altında meçhule, kaosa sürükleniyor... Kan, kin ve kir taşıyıcıları iş başında. Global tahakküm, tasallut ve tecavüzün tüm şirret, şiddet ve şımarıklığı insanlığın geleceğini karartmış durumda. Evrenin ortak değerleri, kaynakları, erdemleri talan ve tahribe tabi tutuluyor... İstilacı ve işgalci egemenlerin sınır, hukuk, ahlak tanımazlığı ürkütücü boyutlarda seyrediyor... Dehşet, korku, endişe uygarlıkları tehdit ediyor... Ülkeler, uluslar tedirgin... Nesiller güvensiz... Gelecekle ilgili kuşkular ve korkular belirsizliği besliyor... Zulmün, sömürünün, gücün acımasızlığı, yaşadığımız çağın insanını kana ve kire buladı. Emperyal emellerle dünyayı dizayn edenlerin kuram ve eylemlerini tespite çalışırken, olayı anlama ve yorumlama yoluna giderken Kur’ânî perspektifle vakıayı ortaya koymak en isabetli olanıdır. İşte Kur’an’ın emperyalizme eleştirel yaklaşımı: “Dedi ki: Gerçekten hükümdarlar, bir ülkeye girdikleri zaman, orayı bozguna uğratırlar ve onur sahibi olanları hor ve aşağılık kılarlar. İstilacıların davranış tarzı böyledir.” (Neml, 27/34)
Evet, emperyalistler aynen böyle yaparlar. Emperyalizmin felsefesi budur. Firavun ve Nemrut’un yaptığı bu idi... Ashab-ı Uhdud da aynı gaye peşinde idi... Moğollar, Haçlılar hep aynı çizgiyi sürdürdüler. Amerika’nın yayılmacı politikalarını başka nasıl değerlendirebiliriz? Yayılmacı egemen güçlerin işgal ettikleri ülkelere ve toplumlara uyguladıkları yöntem; baskı, şiddet ve talan politikasıdır. Bundan da hedeflenen topyekün sindirme, silikleştirme ve sömürmedir. Söylem; ıslah, özgürlük, demokrasi olsa da sonuç; yoksullaşma ve onursuzlaşma olarak ortaya çıkar... İşgallerde şaşmaz ve değişmez hedef, toplumların direncini kırmak, özgürlük bilincini köreltmek, bağımsızlık refleksini ve iradesini çökertmektir... Çoğu zaman köleleştirme, özgürlük sloganı ile, ifsad ise ıslah iddiası ile gerçekleşir. Emperyalizmin girdiği yerde insanlığın payına bugüne kadar ne düştü? Bir sonraki adım, yenilgiye uğramış olan toplumları aşağılamak, özgüvenlerini felç etmek, çaresizleşen insanları kölelik, dalkavukluk, ihanet ve birbirine kırdırma siyaseti ile tamamen etkisizleştirme sürecini işletmek... Artık soysuzlaştırılan kitleler, galiplerin kültürüne mahkûmdur... Kendini küçümseyen, gücü kutsayan, özüne yabancılaşan, kimliksiz yığınlar güdülmeyi beklerler.
 Azmanlaşan, kuduran güç...  Ve onların kirli maşaları, uşakları... Ülkelerini zorbalara teşne tutan aşağılık mahlûklar olmaktan utanç duyarlar mı? Ruhlardaki yenilgi, yüreklerdeki enkaz, zihinlerdeki işgal çok boyutlu bir tükenişe ve çözülüşe dönüşür... Ruh dünyaları zillet ve esaret illeti ile mefluç ve mağlup toplumlar artık kendilerini özgürlük ve onura lâyık görmezler. Mezellet ve meskeneti kader bilme yanılgısından kurtulabilmeleri ise oldukça güç... Evet, işgallerin en ağırı ve amansızı ruhlarda ve zihinlerde başlayan işgaldir. Psikolojik savaşın çökerttiği toplumlar bunun en açık göstergesidir. Firavunlar uzun iktidar dönemlerini neye borçludurlar? Nereden güç alırlar? Köle ruhlu, tepkisiz ve dirençsiz toplumun uysallık ve kadercilik anlayışından değil mi? Sel sularının sürükleyip götürdüğü çer-çöp misali... “Vehen” marazı ile malul kitleler... Firavun... Nemrut... Neron... Şeddat... Gücün kutsanmasının, tiranlaşmanın, azmanlaşmanın, tağutlaşmanın, putlaşmanın simgesel ifadesi... Mısır Ehramları, sfenksleri köleleştirilen ruhların, güce tapınmanın, ruhsuzlaşmanın, robotlaşmanın açık göstergesidir... Moğol istilasında, bir Moğol askeri tek başına bir köye girer, köyde eli silah tutan herkesi toplar, bekletir. O an silahı yanında değildir. Gidip kılıcını alır gelir, kimseden bir tepki yok ve köylüleri kılıçtan geçirir. Ne zaman ki Musa’ca bir kıyam başladı, tevhid ve özgürlük direnişi karşısında tutunabildiler mi? Bu çıkışı yapanlar karşısında Firavun ve sistemi mağruk ve mağlup olmadı mı? Dünden bugüne işgalciler yeryüzüne ne sundular? Ve nasıl anıldılar? Yağma, talan ve zulüm dışında ne bıraktılar? Ya da dünden bugüne işgalci zihniyette değişen ne? Yöntem aynı yöntem... Aşağılamak... Sömürü... Harsı ve nesli tahrip... Arzı ifsad... Büyük ve güçlü olanların, zayıf ve güçsüzlerin şeref ve haysiyetlerini nasıl ayaklar altına aldıklarını... İnsanlık değerlerini ve yeryüzü zenginliklerini nasıl tahrip ettiklerini acı ve acz içinde seyrediyoruz... Ebu Gureyb hapishanesi bizim için ne anlama geliyor? Buradan dünya kamuoyuna yansıyan görüntüler, kendi gerçeğimizi görmeye yeterli olacak mı acaba? Emperyalizmin iğrenç ve kirli yüzüne tükürmeye ağzımızda tükürük mü kalmadı? Ağzı açık, şaşkınlıkla seyretmek mi bize düştü? Çıplak bedeni ile boynunda tasma yerde sürüklenen Iraklı esirin şahsında hangi duyguları yaşıyoruz? Ekranlardan evlere kan sıçrıyor... Kir sıçrıyor... Yetmedi, diz çöktürülen Irak’lının yüzüne idrarını yapan aşağılık mahlûkların iğrençliği sıçradı... Zindanın kalın ve karanlık duvarlarının arkasından Nur bacımızın figan ve feryadı, kör ve sağır dünyamıza çarptı... Kahrolduk... Lanet olası işgallerin, insanlık dışı yüzü karşısında... Hep seyretmek durumunda kaldık... Sonra ruh dünyamız sarsıldı... İhanetlerin, uşaklıkların, adiliklerin sürekliliği karşısında yıkıldık adeta! Kısık sesimiz, pasif tepkimizle hangi sorumluluğumuzun üstesinden gelebildik? Böyle mi olmalıydık? Bizden beklenen tavır neydi? Filistin sınavımız bitmeden, Bağdat sınavımız başladı. İmtihanın bu aşamasında nerede duruyoruz? Bağdat’ta sadece Bağdatlılar katledilmedi... Tarih, doğa, insan, onur, erdem, ahlâk hepsi
katliama tabi... Bugün Allah’ın özgür yarattığı insanı, kimlerin köleleştirdiği gözler önünde... İslam topraklarına musallat olan Amerika’nın çirkinliklerinin haddi hesabı yok... Postal yalayıcılarının iğrenç yüzü karşısında, yüzümüzü ağartacak bir duruşu gerçekleştirebilecek miyiz? Hani yüce Kur’an’ın tanımlaması ile küresel ifsada karşı mümince bir duruş: “Bir kısım insanlar müminlere: ‘Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu onların imanlarını bir kat daha arttırdı. Ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler” (Al-i İmran, 3/173) Düşmanların harekete geçmesi müminlerin iman ve direncini tazeliyor... İmanın istikbarla savaşı... Tehdit, şantaj, psikolojik savaş yöntemlerine karşı “hasbunallah ve ni’mel vekil” diyebilmek... Tıpkı Hz. İbrahim (a.s.)’ın Nemrud’un ateşini “hasbunallah ve ni’mel vekil” ile karşıladığı gibi... Bu kıvamda bir teslimiyet, tevekkül ve teyakkuzun ne anlama geldiği bilinci ile... Şimdi doğmak ve doğrulmak zamanı... Kurbanlar, şehidler vere vere doğmak... Ye’se boğulmadan, acze düşmeden, zillete fırsat vermeden... Önce zihinlerdeki kuşatmayı kırmak, özgür bir bilinçle güven tazelemek... Al-i İmran yüz yetmiş üç’le moral bulmak. Ruhlardaki yıkımı durdurmak... Yüreklerdeki mücadele ruhunu kamçılamak... Çünkü denenen imanımızdaki kararlılığımızdır... İşgal ve istikbara karşı ilk adım; tevhid ve özgürlük bilinci... Tüm fiziki yetersizliklere rağmen, Allah’ın yeterliliğinden tereddüde düşmeden O’nunla beraberliğin itminanına ulaşabilmek... Sonuç nasıl gelirse gelsin, sonuçlar ötesi sonucu önemsemek... Allah’a karşı bü-yüklenen müstekbir ve müstağni güçlerin şımarıklığına ihlâs ve itminanla karşı durmak... Rabbim dilerse onları “yenilmiş ekin yaprağına” çeviremez mi? Daha doğrusu çevirmedi mi? Ya da bir sayha, bir rüzgâr, bir su, bir sinek ile işlerini bitiremez mi? Mutlaka yapar... Ancak imtihan dünyasında sınanan biziz... Şer güçleri, hangi ruh hali ile karşılayacağız? Nasıl bir zihinsel yapı taşıyoruz? Oysaki bizden istenen şu ayette beyan edilenler değil miydi? “Müminler ise, düşman birliklerini gördüklerinde: İşte Allah ve Resulü’nün bize vaat ettiği! Allah ve Resulü doğru söylemiştir, dediler. Bu (orduların gelişi), onların ancak imanlarını ve Allah’a teslimiyetlerini artırdı.” (Ahzab, 33/22) İşte müttefik güçler karşısında inananların tavrı... Emperyalistlerle yüzleşmek dünyanın sonu değil, bilâkis Allah için var olmanın ve bunu kanıtlamanın belki de kaçınılmaz sürecidir... Düşm a n l a r ı m ı z l a kendimizi ifade edeceğiz, o zaman düşmanımız hızımız olacak... Şimdi biz, İslam coğrafyasına yönelik işgal ve talana, nesillerimizin ruh ve zihin dünyasına yönelik kuşatma ve yıkıma karşı bir tutum belirlemek durumundayız. Ya “Bugün bizim Calutve askerlerine karşı koyacak gücümüz yoktur” diyeceğiz ya da “Nice az sayıdaki birlik Allah’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir” inancı ve güveni ile direneceğiz... Yürümek veya çözülmek... Herkes kendi tercihini yapacak… Er ya da geç…
Yazar:
Ramazan KAYAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder