25 Kasım 2017 Cumartesi

DÜNYEVİLEŞME NEDİR?



DÜNYEVİLEŞME NEDİR?

 “Size verilen her şey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de, akıllanmayacak mısınız?” (Kasas 28/60)
Yaşadığımız çağda genelde bütün insanlığın, özelde ise Müslümanların en büyük sorunlarından biri hatta başta geleni, dünyaya meyletmek ve Dünyevî kazanımları nihai hedef olarak görmektir. Her şeyin sadece bu dünyadan ibaret olduğunu sanmak, lisanen bunu ikrar etmese de, yaşantı olarak öyleymiş gibi yaşamak, emanetçilik anlayışından sahiplenmeye geçmek, hiçbir zaman asli sahibi olamayacaklarına, ebediyen kendisininmiş gibi sarılmak, insanoğlunun bütün çağlar boyu yapa geldiği en büyük hata olmuştur.
Artık insanlar, geçmişiyle kavgalı, geleceğiyle endişeli hallerinden dolayı, gününü yaşayamaz, gününü bile kurtaramaz durumdadır. Öyle bir ruh hali düşünün ki, yarınlarının kaygısından dolayı bu gününü heder etsin.
“İyi bilin ki dünya hayatı, bir oyundur, bir oyalanmadır, bir süstür. Kendi aranızda karşılıklı övünme, mal ve nesli çoğaltma yarışıdır. Tıpkı o yağmura benzer ki bitirdiği ürün, çiftçilerin hoşuna gider. Ama sonra kurur, sen onu sapsarı kurumuş görürsün. Sonra da çerçöp haline gelir. İşte dünya hayatı da böyledir. Âhirette ise kâfirler için şiddetli bir ceza, mü’minler için ise Rab’leri tarafından bir mağfiret ve rıza! Evet, dünya hayatı bir aldanma metaından başka bir şey değildir.” (Hadid, 57/20; benzeri anlatımlar için bkz. Yunus, 10/24 Kehf, 18/45). Dolayısıyla Kur’ân, mahiyeti zail olmak, kuruyup gitmek olan dünya hakkında insanlara, “Dünya hayatı sizi aldatmasın.” (Fatır, 35/5) ikazı yapmaktadır.
Allah(c.c.), kulunun dünyaya karşı meyilli oluşunu fıtraten yaratılışının içine yerleştirerek bunu bir imtihan sebebi yapmış, insanın iradesiyle Dünyevîleşmeye karşı bir duruş sergilemesini, tercihlerinin tamamen ahiret hedefli olmasını istemiştir.
Dünyevîleşme, kendini dünyanın çekiciliğine kaptırma, onun esiri haline gelme anlamına gelir.
Dünyevîleşme, hayatın merkezine dini koyarak yaşamanın ve düşünmenin tam tersidir.
Dünyevîleşme; kişinin önceliğini dünya değerlerine vermesi, kendisini dünyanın çekiciliğine kaptırması ve onun esiri konumuna gelmesidir.
Dünyevîleşme, aynı zamanda bir zihniyet meselesidir. İnsan kazanmanın öncesinde zihniyetinde oluşan değişimden dolayı Dünyevîleşir, kalbindeki marazdan dolayı Dünyevîleşme yönünde tercihini yapar
Dünyevîleşme, dini meselelerin gündelik hayattan uzaklaştırılıp öneminin azaltılması, kişinin kendisini dünyanın cazibesine kaptırıp onun esiri olması manasını taşır.
Diğer bir ifade ile dinin, gündelik hayattaki tesirini ve yerini azaltma, sınırlama, yaşadığı hayat tarzına dini müdahale ettirmeme anlamına da gelir. İnsanın ilgisini ve dikkatini yalnız ve yalnız dünyaya çevirmesi, zevk ve sefaya düşkünlük, rahatın peşinde koşmak da Dünyevîleşmenin belirtileridir.
Dünyevîleşme, insanın hayat tarzından düşünme biçimine, varlıkları algılama şeklinden olay ve olgulara bakışına kadar çok çeşitli konularda dini inanç, değer ve sembollerin hayatın dışına itilmesi veya kişinin hayatında Dünyevî hedeflerine öncelik göstermesidir.
Esas Dünyevîleşme, dünyanın ne için var olduğunu, gerçek mahiyetinin ne olduğunu kavrayamamadır. Çünkü dünyanın kaybedilmesi ahiretin de kaybedilmesi sonucunu meydana getirir.
Dünyevîleşme; toplumun dinden uzaklaşması, inanç ve eylemlerin ilâhî hedefler yerine dünyevî hedeflere yönelmesi olarak da tarif edilmektedir.
Dünyevîleşme, sekülerleşme ve laikleşmenin başlangıç evresidir. Tedbir alınmadığı takdirde, daha ileri aşaması olan sekülerleşmeye ve daha da ileri aşaması olan laikleşmeye doğru yol alacaktır. Müslümanın zihin dünyasında bir anlık dalgınlık ve gaflet hali olarak ortaya çıkan, Allah’ı ve ahiret gününü unutma ile mala mülke, makam ve mevkîye olan sevgisinin tutkuya doğru yönelmesi halidir.
Dünyevîleşme; Müslümanın zihin dünyasında bir anlık dalgınlık ve gaflet hali olarak ortaya çıkan, Allah’ı ve ahiret gününü unutma ile mala mülke, makam ve mevkîye olan sevgisinin tutkuya doğru yönelmesi halidir.
Dünyevîleşme, bizatihi Allah’ı tanımama, ona karşı istiğna, büyüklenme, onu unutma, nimetlerini ve ayetlerini görmezlikten gelme, yani nankörlük olarak nitelenebilir bir sapkınlıktır.
Dünyevîleşmek, insana, hayata dair her şeye maddi açıdan bakma, ben merkezli algı ve bunu yaşam tarzı haline getirmedir.
“Onların peşinden namazı zayi eden, şehvetlerine tâbi olan bir nesil gelir ki, onlar azgınlıklarının cezasını göreceklerdir” (Meryem, 19/59)
Bu ayet Dünyevîleşmenin ilk iki basamağına işaret ediyor. Birincisi başta namaz olmak üzere ibadetleri terk etmek, ikincisi ise süfli arzulara tabi olmaktır.
Allah Resulü (s.a.s.) ümmeti için bu mevzudaki endişesini şu hadisleriyle dile getirmektedir: Korktuğum şeylerden birisi de benden sonra size dünya nimet ve zinetlerinin açılması (sizin de onlara gönlünüzü kaptırmanızdır.)” (Buhari, Zekât, 47; Müslim, Zekat 121-122)
Makam ve mevkî tutkusu ile mal-mülk ve servet tutkusu da Dünyevîleşme sebeblerinin en önemlilerindendir. Ensar ve Muhacirlerden oluşmuş Uhud Savaşındaki 40 okçunun, geçidin karşı tarafındaki 200 kişilik düşman süvari birliğini görmeyip beri taraftaki ganimetleri görmesi ve asli görevini unutup bölgeyi terk etmesi mal fitnesinin Dünyevîleşmeye olan etkisini daha bir gözler önüne sermektedir.
Yine Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in “Dünyalık ve şöhret düşkünü kişinin, dinine verdiği zarar, bir sürüye musallat olan iki aç kurttan daha fazladır” hadisi de bu hususta önemli ikazlardan biridir.
Mal ve makam sevgisinin tutkuya, şehvete yönelmesi Dünyevîleşmeye götüren yoldur. Bu nedenle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, ümmetinin fitnesinin mal olduğunu, mal tutkusunun ümmeti birbirine düşman hale getirecek, helak edecek bir hastalık hali olduğunu ifade etmektedir:
“Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Her ümmet için bir fitne vardır, benim ümmetimin fitnesi de maldır.” (Kütübü Sitte Hadis No: 395)
Bir insanın varlıklı olması, gelir seviyesinin yüksekliği, refah seviyesi yüksek bir hayat yaşaması yani dünyalık sahibi olması onun Dünyevîleştiğini göstermez ama o yöne doğru bir kapı açma riski vardır. Kazancının Hududullah dairesindeki bedeline katlandıktan sonra sorun yoktur. Ama bir insanın yoksul olması onun Dünyevîleşmeyeceği anlamını göstermez. Kalbinde, aklında, arzu ve isteklerinde sürekli dünya ve onun içindekileri elde etmek, sahip olma hırsıyla mücadele etmek varsa yoksulluğu Dünyevîleşmesine engel değildir. O zaman emanetçilikten öte bedeli ne olursa olsun sahiplenme duygusu vardır ki, buda o insanın Dünyevîleşmesidir.
Müslümanların dünya hayatının gelip geçici olduğunu düşüncelerinden çıkarmaları, ölümü unutmaları, ölümden sonra hesaba çekileceklerini, malları ve harcadıkları konusunda sorgulanacaklarını, yargılanacaklarını unutmaları kısacası imanî eksiklikleri, müminler için en az kanser kadar tehlikeli olan Dünyevîleşme hastalığının en temel sebebidir.
Diğer taraftan, medya, sosyal medya, internet ortamında, reklamlarda, dizilerde, filmlerde, oyunlarda, eğlence kültüründe, müzikte ve konuşmalarda, TV programlarında, sokakta, otobüste, park ve bahçelerde edebin ve hayânın gittikçe kalktığını ve yığınla çirkin hayâsızlığın işlendiğini; buna karşılık vurdumduymazlığın gittikçe yaygınlaştığını söylersek abartı yapmış olmayız. Bir ülkede edep ve hayâ gittikçe ortadan kalkıyor, hayâsızlık doğallaşıyorsa; bunun, Allah indinde bir hükmü yok mudur? Hz. Peygamber, hayânın ortadan kalkışı ile helak olma arasında doğrudan bir bağıntının var olduğunu bize söylemektedir:
“Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Aziz ve Celil olan Allah, bir insan helak etmek istedi mi, ondan önce hayâyı çeker alır. Hayâsı bir kere gitti mi sen ona artık herkesin nefretini kazanmış bir kimse olarak rastlarsın. Herkesin nefretini kazanmış olarak rastladığın kimseden emanet çekilip alınır (artık o, güvenilmeyen, kuşkulu kişidir). Kişiden emanet (güven) çekilip alınınca ona artık hep hain ve herkesçe hain bilinen biri olarak rastlarsın. Ona hep hain ve hıyanetle bilinen biri olarak rastladın mı, sıra ondan merhametin çekip çıkarılmasına gelmiştir. Ondan rahmetin çıkarıldığı vakit artık ona (Allah’ın rahmetinden) kovulmuş, lânetlenmiş olarak rastlarsın. Ona sen kovulmuş, lânetlenmiş olarak rastlayınca ondan İslâmiyet bağı çözülüp atılır.” (Kütübü Sitte, Hadis No: (1237). (4054), (7224))
Müslüman, inandığı gibi yaşamaya çalışmayıp, yaşadığı gibi inanmaya devam ederse Dünyevîleşme süreci başlamış demektir.
İnsanı gaflete düşüren, sınav bilincini unutturan her türlü günahın arkasında bu dünyevîleşme vardır.
Modern çağın endişeli insanı yarınlarından da endişelidir, ne yazık ki bu endişe Müslüman’ım diyenleri de kuşatmıştır. Bir evi olanların birde yazlığı olması, orta tüketimden lükse kayması, bütün mesaisini işine ayırması, sürekli akılcı davranarak tevekkülden uzak durması, bütün hadiseleri bilimsel olarak açıklama çabası, cemaatten uzak birey takılması, infaktan kesip israf derecesinde saçması, ben kazanıyorum harcamak hakkım diye kendisini savunması ve daha buna benzer birçok cılk olmuş savunma hazırlaması, tutulduğu Dünyevîleşme hastalığının belirtisidir.
Hayat, dünler, bugünler ve yarınlardan ibaret olduğuna göre; dün geçmiştir, yok hükmündedir. Yarın yaşayacağımız meçhuldür, bugünü değerlendirmek ve âhirete azık hazırlamak en akıllı yol olsa gerek.
Çağımızdaki çok azı istisna olmak üzere ulemanın(!) da, ne yazık ki müzmin bir hastalığa yakalanmış olduğunu görmekteyiz. Dünyevîleşme hastalığı! Öyle bir hastalık ki; âlimleri Emri bil ma’ruf ve nehyi anil münker görevini ifa etmeleri bir kenara, menfaat uğrunda zalim ve gaddar kişileri dost edindirir, onları alkışlamaya götürür. İslâmî ahkâmı lağvedenleri kutlamaktan, haram işlerine bile meşruiyet kılıfı bulmaktan kendilerini kurtaramaz hale düşürür.
“Rasûlullah(s.a.v): “İsrailoğulları arasında dinden sapma, ilk defa şöyle başladı:
Bir adam bir başka adama rastlar ve: Bana baksana! Allah’dan kork ve yapmakta olduğun şeyi terk et. Çünkü bu sana helâl değildir, derdi.
Ertesi gün, aynı işi yaparken o adamla tekrar karşılaşır ve kendisini yaptığı kötü işten nehyetmediği gibi, onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah Teâlâ kalblerini birbirine benzetti.
Sonra Resûl–i Ekrem şu âyeti okudu:
İsrâiloğullarından kâfir olanlar Dâvud’un ve Meryem oğlu İsâ’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, başkaldırmaları ve aşırı gitmeleriydi. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mani olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi! Onlardan çoğunun inkâr edenleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin onlara âhiret hayatı için hazırladığı şeyler ne kötüdür! Allah onlara gazab etmiştir, onlar azab içinde temelli kalacaklardır. Eğer Allah’a Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi, fakat onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.”(11) Hz. Peygamber bu ayetleri okuduktan sonra şöyle buyurdu:
Hayır, Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, zalimin elini tutup zulmüne mani olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allah Teâlâ kalblerinizi birbirine benzetir, sonra da İsrâiloğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder.”( Mâide: 5/77–81)
Âlimlerin! Dünyevîleşme hastalığı öyle bir hastalık ki, İslâmi bir endişe taşımazlar, hedefledikleri makamlara ulaşınca da İslâm’ı yaşamaktan uzaklaşırlar. Gerektiğinde de İslâm muhalifleriyle de işbirliği yapmaktan geri kalmazlar.
Bunlar başta Allah ve Rasulüne, ilim ve ilmin itibarına ihanet ederler. Allah’ın dinini bildikleri halde, bazı kesimleri memnun etmek için, âyet ve nassları tahrif etmekten ve onların hesabına fetva vermekten de kaçınmazlar. İşte Dünyevîleşme hastalığının tebliğ işinin ehli olması gereken sözde âlimler (!) üzerinde bile ne kadar vahim sonuçlara sebebiyet verdiğini görmekteyiz.
İnsanın dünyevî olarak zarûrî ihtiyacı, beslenme/gıda, giyinme/tesettür ve barınma/evden ibaret olduğu ve bu gereksinmelerini israfa ve lükse kaçmadan helâl yoldan temin etmesi, kalan birikimlerini infak etmesi gerektiği halde, tüketim toplumunun bir ferdi olarak insan, günümüzde ihtiyaç labirentinde yolunu şaşırmaktadır. Alınır, tüketilir, tekrar alınır, alınır… Ömür biter, alınacaklar ve ihtiyaçlar(!) bitmez.
Batı kültürünün Müslümanların dünyevîleşmesinde olan etkilerini de elbette görmezden gelmemiz mümkün değildir. Kimi savunmacı ve uzlaşmacı insanlar öyle derler: “Batılıların sadece tekniği alınmalı, ahlâk ve kültürü alınmamalıdır.” Düşünülmez ki teknik ve teknolojik aygıtlar, dünya görüşü ve yaşama biçimiyle birlikte gelir. Her şeylerini alalım ama ahlâklarını almayalım diye düşünüyorduk fakat pratikte böyle olmadı. Bir eşyayı alırsanız o eşyanın kendine göre arkası, önü, kuralları kaideleri kendiliğinden geliyor.  Zaten bunlar, belirli bir kültürün ürünüdür ve o arka plandan koparılamaz. Sözgelimi, “buzdolabı”, kültürüyle birlikte gelmiştir. Eskiden, artan yemekler, ertesi güne saklanamayacağından bir komşuya ve özellikle fakirlere verilirdi. İnsanlar, evlerine gıda depola(ya)mazlardı. Buzdolabı, “verme”yi unutturan “egoist” kültürüyle, kullananlara sadece kendini düşündüren yaşama biçimiyle geldi. Batılılar gibi şehirler yapalım dedik, yaptık. Ama İslamca, Müslümanca bir hayat kuramadık. Çünkü o şehir arkasında belli bir zihniyetin belli bir değerler yumağının sonucu ortaya çıkmıştır, siz onu aldığınız vakit birçok şeyi farkında olmadan almış oluyorsunuz.
En fakirimizin evindeki eşyalara verilen parayla, ashâb belki hayat boyu, hem de huzur ve şükür dolu şekilde yaşardı…
Öyle bir sömürü düzeni içinde yaşıyoruz ki, kapitalizm din olmuş, para da dünyevîleşen biri için tanrı, banka tapınak, çek ve hisse senedi kutsal bir kitaptır.
“Eşya, para kötü bir şeydir” demiyoruz elbet. Eşyanın, maddenin, paranın insanı yöneten efendi olmasına, bunların insan için değil; insanın bunlar için yaşıyor, bunlar için çalışıyor olmasına sözümüz. Onlar hâkim, insan mahkûm ve hizmetçi. Oyuncak, insanla oynuyor. Mal, insanı, insanî değerleri yutuyor. Dünyevîleşme çarkı, insanımızı değirmen gibi öğütüyor. Düşünmeyi, okumayı, ibâdeti… engelleyen TV başta olmak üzere medya ve reklâmlar… Taksitleri, ay sonunu düşünen insan, dünyada var oluş gayesini düşünemiyor.
Demek istediğimiz o ki; nice (nice dediğime bakmayın, aslında çok az) zengin vardır, ama dünyevîleşmemiştir. Nice fakir vardır ki, dünyevîleşme onu çepeçevre kuşatmıştır; Yoksulluk korkusu ile ömrünü servet toplamak peşinde harcamak fakirliğin ta kendisidir. Asıl zenginlik, dünya köleliğinden âzâd olmaktır.
Kendisine isyan ettiğin hallerde bile rızkını kesmeyen Allah Teâlâ, kendisine itaat edip O’nun rızâsı istikametinde dâvâ adamı olarak yaşadığında mı rızkını vermeyip kesecek?”
Ne tuhaf, insan, dünyada fakir ve rezil olmaktan korkuyor da, âhirette fakir, rezil ve rüsvay olmaktan korkmuyor! Hâlbuki kulun âhirette iyi amellerden fakir düşmesi ve rezil olması, onun dünyada fakir ve rezil olmasından çok daha korkutucu ve utanç vericidir.
Dünyevîleşen kişi; paranın yönlendirdiği edilgen kişidir. Maddî durumu ne olursa olsun, ebedî olan âhirete inandığı(nı söylediği) halde bütün uğraşısı dünya için olan kimsedir.
Dünyaya, dünya malına sahip olmak değil eleştirdiğimiz; dünya malının, maddenin bize sahip olmasına sözümüz. Gönül gemimizin içine dünya suyunu doldurup batmamak, ama geminin yol alması için dünya denizine ihtiyaç olduğunu, onun üstünde yol alırken içimize girmesinin bizi helâk edeceğini unutmamak, tek dünyalı kâfirlerden bizi ayıran özelliktir. Mal insan için gemiyi yüzdüren su gibi olmalıdır, ama içine girmemelidir. Çünkü içine girdiğinde gemiyi batıran da aynı sudur. Dünya sevgisi de insanın manevi hayatını batırır.
“Allah’ın sana verdikleriyle ahiret yurdunu kazanmaya bak, bu arada dünyadan da nasibini unutma, Allah sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun.” (Kasas 28/77)
Allah (c.c.) kullarının yararlanması için çeşit çeşit nimetler yaratmış, dünyayı güzellik ve lezzetlerle donatmıştır. Bunlardan yararlanmak herkes için olduğu gibi müslüman için de tabiî bir haktır. Ancak, müslümanın dikkat etmesi gereken husus, dünya nimetleri ve zevklerinden istifade etmek için, meşrû olmayan yollara sapmamak, israf etmemek ve haramlara dalmamaktır. Müslüman, meşrû sınırlar içerisinde dünya nimetlerinden istifade ederken âhireti unutmamalı, asıl zevk ve nimetlerin orada olduğunu bilmelidir. Kısaca, âhireti unutup, dünyaya gönül vermemelidir.
Dünyevîleşme Müslümanlar için mühim bir âfettir. Hem öyle bir âfet ki, tıpkı ateşin odunu için için yakıp kül etmesi, pasın demiri yiyip tüketmesi gibi, onları içten içe çürüten bir âfet.
Dünyevîleşen insan, benmerkezcidir. O, kendi için yaşayan ve bunun için gerektiğinde şiddeti dahi asla ertelemeyen bir ruh haline sahiptir. Dünyevîleşen insan doyumsuzdur. O, sınırsız, amaçsız bir hırsla tüketmek için yaşar.
Dünyevîleşme insanın zehirlenmesidir. Dünyevîleşme; fesadın, hasedin, ikiyüzlülüğün, cimriliğin, enaniyetin, biriktirmenin, yığmanın iktidar olduğu yaşam tarzıdır. İnsanın kendisini kendisine köle olarak atadığı, özgürlüğünü hiçbir zaman kendisinin olmayacak dünyaya feda ettiği bir anlayıştır.
Dünyevîleşmenin en kötü yanlarından birisi de, insanın inandığı dini, kendi arzularına göre eğip bükmesi, Kur’an’î deyimle, oyun ve eğlenceye almasıdır. Kesin olarak belirlenen sınırların, hoyratça ve pervasızca çiğnenmesi Dünyevî kazancın ilk sıraya çıkmasından dolayı olmuştur.
Dini naslara kayıtsız kalma ve önemsememek veya lakayt davranmak, ibadetleri geçiştirmek, emir ve nehiylerde vurdumduymazlık, amelsizlik ve daha birçok husus Dünyevîleşmenin dışa yansıyan tezahürleridir.
Dünyayı gaye edinen, hadisteki tabiriyle dinlenmek ve gölgelenmek maksadıyla konaklamakta olduğu ağacı vatan edinip gideceği asıl yurdunu unutan insan, Allah ile bağını kopardı ve kendini bulunduğu yerin güzelliğine kaptırdı. Gideceği yurdun bulunduğu mevkiden daha güzel olduğunu hatırından çıkardı. Bencil, kendisinden başka kimseyi düşünmeyen, özgürlük adı altında her arzu ve isteğini yerine getirmeye çalışan bir anlayışa sahip oldu. Bu anlayışta, sabır-kanaat-şükür-bereket diye bir kavrama yer yoktu. Kendisi için biçilen, şekillendirilen hayat tarzı; lüks, israf, gösteriş üzerine kurulur oldu. Zaruri olmayan ihtiyaçları temin etmek için her türlü değeri yok sayabilecek hale getirildi. Sonuçta “Dünya hayatını ahiretten daha çok sevenler”( İbrahim 14/3) ayetinin işaret ettiği kimseler durumuna düştüler. Dinini yaşamaya çalışan insan, dış dünyanın çekiciliği ile iç dünyasının hakikatleri arasında sıkışıp kaldı.
Tüketim kültürünü ve alışkanlıklarını meşrulaştırıcı bir anlayış oluştu. Sınıf atlayan yeni bir Müslüman kesim türedi. Bu sosyal değişim, inandığı gibi yaşayan değil, yaşadığı gibi inanan bir Müslüman tipi ortaya çıktı. Dindarlıkları yumuşattı, dönüştürücü etkiler ortaya çıkardı.
Tatil anlayışlarından, site hayatına geçişten, tüketim alışkanlıklarına bağlı olarak, marka düşkünlüklerine, tesettür defilelerinden pop müziğe ve flörte varıncaya kadar her tarafı sardı.
Bugün sadece internet bağlantıları, cep telefonu ya da televizyon yayınları bir anda hayattan çekilip alınsa, hayatla bütün irtibatını yitirecek, bunalımdan bunalıma sürüklenecek. Sokaklarda insanlara baktığımızda hayatlarının tamamen sanal olduğunu yaşantılarının büyük bir bölümünü internet ve cep telefonları ile geçirdiklerini, bazen kendilerini kaptırarak bulundukları yeri unuttuklarını, çevrelerindeki insanların garip bakışları arasında dahi farketmeksizin, at gözüyle bakmış oldukları garip! Dünyalarının içinde kaybolduklarını müşahede ederiz. Bir gün Hotmail, facebook veya twitter kullanılmayacak olsa sanki kıyamet kopmuştur, yaşantı durmuştur, bütün güzellikler bir anda yok olmuştur. Uyuşturucu bağımlısı halinde sanki insanlarımız. Hayata herhangi bir ekrandan, monitörden ya da tabletten bakan, sadece kulaklığındaki müziğe kulak veren, sadece futbola ya da basketbola ilgi duyan, hayata ve insana kapalı koca bir kalabalık…

SONUÇ
“Dünya derin bir denizdir. Çok kimse burada boğulmuştur. Bu deryada boğulmaktan kurtulmak için gemin takvâ, yatağın iman, yelkenin Allah’a tevekkül olsun ki, batmaktan kurtulabilesin. Yoksa kurtuluş zordur.”
“Ey insan! Dünyaya kalıbınla sahip ol; fakat kalbini ve himmetini ondan ayır.” (Abdullah bin Ömer)
“Akıllı insan, kendini hesaba çeken ve ölüm sonrası için çalışandır.”
Bu bulaşıcı ve müzmin hastalığın doğru tedavisi, dünyayı reddetmek ve terk etmek değildir. İmtihan alanımızı terk etme hakkına sahip değiliz. Dünyaya mahkûm olma yerine ona hâkim olup, Allah’ın rızâsına ve âhiret saâdetine engel olan basitliklerini küçümsemekle olur. Küfür, yeryüzüne hâkim olarak saltanatını gerçekleştirirken, bizim yeryüzüne hâkim olmaktan ve arzın halifesi konumumuzdan yüz çevirmemiz, sevap değil günahtır.
Bize düşen, hayatın her safhasında vahiyden ve sünnetten beslenerek her seviyeye hitab eden yeni bir yüz ve söylemle; tekebbür ve istiğnaya karşı tevazu ve haddini bilme, sömürü ve zulme karşı, adalet ve dayanışma, sınırsız büyüme ve sınırsız tüketime (israf) karşı, tutumlu olma ve paylaşım (infak) cinsel aşırılığa ve sapkınlığa karşı, aile ve sadakat, her türlü çözülmeye karşı ahlakın ikamesi vs. Evrensel dinin (İslâm’ın) ölümsüz değerlerini insanlığa sunmamız gerekmektedir.
İki yol var: Biri dünyevîleşme, dünyayı âhirete tercih; ikincisi ise dünyayı ebedî hayatın kapısı yapmak. Bugün yol ayrımındayız: Ya nefsimizin hevâsı veya Rabbimiz. Ya geçici menfaat veya dâvâ. Ya fâni olan, ya bâki olan. Tercih bize kalmış. Tercihini Allah’tan yana yapanlara selâm olsun!
Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve Katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan Sensin Sen.” (Ali imran 3/8)                                                                            
KAYNAKLAR
AHMET KALKAN, “ÇAĞDAŞ İNSANIN GİRDÂBI: DÜNYEVÎLEŞMEK” BAŞLIKLI MAKALESİ
Prof. Dr. Ali Bardakoğlu,  “İslam Dünyasında Dünyevîleşme-2” Başlıklı Makalesi
İdris Kerimoğlu, Genç Birikim Dergisi, “Dünyevîleşme” Başlıklı Makalesi
Dr. Muhsin Toprak, “Dini Hayatı Kemiren Tehlike: DÜNYEVİLEŞME” Başlıklı Makalesi
YAKUP DEĞER, “Dünyevîleşme ve Karşı Duruş” Başlıklı Makalesi
Hakan SARIKÜÇÜK , “Dünyevîleşme ve Dünyevîleşmeye Götüren Sebepler“ Başlıklı Makalesi


23 Ekim 2017 Pazartesi

BİR DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜM PROJESİ OLARAK KÖY ENSTİTÜLERİ


BİR DEĞİŞİM VE DÖNÜŞÜM PROJESİ OLARAK
KÖY ENSTİTÜLERİ





Cumhuriyetin ilk yıllarının en köklü dönüştürücü uygulamalarından olan Köy Enstitüleri, üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen tartışılan önemli konular arasındaki yerini hala koruyor. Dönemin devlet partisi konumundaki CHP’nin Kemalist ideolojiyi toplumun kılcal damarlarına dek yayma ve iktidarını güvenceye alma amacı da güderek uygulamaya soktuğu bu kurumlar üzerinde özellikle 50’li ve 60’lı yıllarda ciddi tartışmalar yürütülmüş ve halen de yürütülmektedir.

Sola hâkim olan Kemalist entelijansiyanın geçmişe duyulan özlemini her fırsatta dile getiren bakış açısı, Köy Enstitüleri’ne gerçekliği fazlasıyla aşan anlamlar yüklemiştir.

Sırf pedagojik bazı olumlu yönleriyle etkin bir sempati kitlesi olan ve bir zamanlar özellikle sol düşünceye mensubiyetin turnusôlü ve test mekanizması olarak görülen Köy Enstitüleri makro planda cumhuriyet reformistlerinin ve tek parti iktidarının bir modernleştirme projesidir.

Enstitülerin uygulamalarından yana olanlar hala o günleri “Yarım Bıraktırılmış Efsane”, “Bozkırda Açan Çiçek”, “Türkiye’nin Büyük Kaybı” ve “Son Işıklar” vb. nostaljik ifadelerle özlemle anarken; uygulamalara karşı çıkanların bu projeyi toplumsal yapıyı yeni bir ulus inşa süreci temelinde şekillendirmek için fikirsel ve ahlaki yozlaştırmaya yapılan yatırım olarak görmektedir. 

Bu çalışmamız, Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitimin gücünden yararlanarak bir dönüştürme ve bir modernleştirme(!) projesi olarak hayata geçirilmeye çalışılan Köy Enstitüleri’ni incelemeyi amaçlamaktadır.

Türk toplumunun Batılılaşma serüveninde eğitim, daha çok toplumsal inşa aracı olarak görülmüştür. Bunun en önemli nedeni toplumu değiştirme ve dönüştürme kaygısı içinde olanların tepeden inmeci yaklaşımları ve direktifleridir. Çünkü, ileri gelen devlet adamları ve aydınları devletin ve toplumun çöküşten kurtuluşunun ancak modernleşme ile mümkün olacağını ileri sürmüşlerdir. Bunun için seçkinci ve ulusalcı ideolojilerin dayatmaları daha çok eğitim alanında görülmüştür.

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte; Ankara merkezli yeni yönetim, kökenleri Osmanlı’ya uzanan eğitim alanında, modernleşme çabalarında daha radikal bir politika izlemeye başlamış, bu politikalar ekseninde şekillendirilen resmi ideoloji ile de yeni bir toplum düzeni oluşturmaya çalışmıştır.

         Takip edilen politikalara tüm toplum kesimlerini dâhil ederek siyasal meşrulaştırma problemini ortadan kaldırmayı hedefleyen merkezin, bu bağlamda üzerinde önemle durduğu alanlardan biri de kırsal kesim ya da köydür.

Yürütülen modernleşme çabalarına zıt değerler taşıdığına inanılan köylü kesiminin, benimsenen yeni politikalar bağlamında merkeze bağlılığının sağlanabilmesi hedeflenmiştir. Bu çerçevede, hem gerçekleştirilmek istenen kalkınmanın, hem de geliştirilmesine karar verilen yeni ulusal bilincin nihaî muhatabı olan köylüler üzerinde hassasiyetle durulmuştur.

         Mustafa Kemal’in 1 Mart 1922’de, TBMM’nin 3. toplantı yılının açılışı dolayısıyla yaptığı konuşmada, köylülerle ilgili söyledikleri dikkat çekicidir: “Türkiye’nin sahibi ve efendisi kimdir? Bunun cevabını derhal birlikte verelim: Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi hakikî müstahsil olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah, saâdet ve servete müstâhâk ve lâyık olan köylüdür. (...) Efendiler, diyebilirim ki, bugünkü felâket ve sefâletin tek sebebi bu gerçeğin gâfili bulunmuş olmamızdır. Filhakika; yedi asırdan beri cihanın dört bir köşesine sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini yabancı topraklarında bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna mukabil daima tahkîr ve tezlîl ile mukabele ettiğimiz ve bunca fedakârlık ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık, cebbarlıkla uşak seviyesine indirmek istediğimiz, bu gerçek sahibin huzurunda bugün utanç ve saygı ile hakiki durumumuzu alalım.”( Engin Tonguç, Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç, Ant Yay., İs- tanbul 1970, s.  36.)

Mustafa Kemal, Türkiye’nin gerçek sahibi olarak nitelediği ve uzun dönemler boyunca Osmanlının kötü muameleye tabi tuttuğunu belirttiği köylülerle ilgili bu konuşmasının devamında, köylüyü eğitmenin bir görev olduğunu, bu doğrultuda yapılacak ilk işin ve ulusal eğitim politikasının ilk hedefinin, köylüyü eğitmek olduğunu belirtmiştir.

Köylü, muhafazakâr inançları dolayısıyla da eleştiriye tabi tutulmuştur. Köylünün, yapılan inkılapları anlamaktan uzak olmasının ve bu doğrultuda bir değişime direnmesinin önündeki en büyük engel olarak, sahip olduğu inançlar gösterilmiştir. Bu noktada Tütengil’in yaptığı değerlendirme dikkat çekicidir: “(...) Dil, örf, âdet, görenek ve hayat tarzı; kısaca memleketin gayet mütenevvî iklim ve coğrafi şartlarına, bâriz bir Türklük damgası vuran şeyler, köyde halk kültüründe kökleşmiştir. Aynı zamanda köylü muhafazakârdır ve böyle olmakla iftihar eder. (...) Böyle bir sosyal bünyenin değişikliğe büyük mukavemet göstereceği tabiîdir ve hakikatte de öyledir.” Bu muhafazakâr anlayışı kırarak, köylüyü modernleştirme hedefinin bir parçası olarak kurulmuş köy enstitülerinden, (Konya) İvriz Köy Enstitüsünden mezun olmuş olan Mahmut Makal da yazdığı eserlerde, köylünün bu muhafazakâr anlayışını ortaya koymaya çalışır. Makal, köylerin günlük yaşam tarzlarını “Bizim Köy” isimli eserinde ortaya koymaya çalıştıktan sonra, özellikle “Memleketin Sahipleri” ve “Köye Gidenler” isimli eserlerinde köydeki geleneksel yaşam tarzını ve hurafeleri ele alıp eleştirir. Makal, kitabında İslâmî inancın, bu gelenekselliğin sürdürülmesine neden olan bir öğe olduğunu işler.

Köy Enstitüleri, neredeyse tüm Anadolu'nun okulsuz ve öğretmensiz olduğu savıyla dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün himayesinde, Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından İsmail Hakkı Tonguç'un çabalarıyla köylerden ilkokul mezunu, zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle kuruldular.





Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in verdiği destekle, Tonguç’un yürüttüğü çalışmalar sonucunda köy enstitülerinin kuruluşu 1940’ta gerçekleşir. 17 Nisan 1940 tarihinde 3803 sayılı “Köy Enstitüleri Kanunu” tasarısının TBMM’ce kabul edilmesi ile birlikte Köy Enstitüleri’nin açılmasının önünde bir engel kalmaz. Bu kanun tasarısının 1. maddesi Köy Enstitüleri’nin açılışıyla ilgili şunu belirtir:“Köy öğretmeni ve köy yararına diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde, maarif vekilliğince Köy Enstitüleri açılır.”

Köy Enstitüleri hakkındaki yasanın meclisten çıkarılmasından sonra, köy okullarında görev alacak olan öğretmenleri yetiştirmek üzere, kent ve kasabalardan uzak, geniş arazisi bulunan yerlerde Köy Enstitüleri kurulmaya başlanır. Ülke tarım koşullarına göre üç veya dört ili içeren 21 bölgeye ayrılarak, her bölgeye bir köy enstitüsü kurulması planlanır. Kurulacak olan Köy Enstitüleri’nin şehre uzak ve varsa bir tren istasyonuna yakın olmaları kararlaştırılır. İlki İzmir-Kızılçullu, sonuncusu da Van’ın Erciş ilçesindeki Köy Enstitüsü olmak üzere, toplam 21 köy enstitüsü kurulur.

Kuşkusuz asıl amaç cumhuriyet modernleşmesine uygun bir eğitim zihniyetinin taşıyıcısı, eğitim araçları oluşturmaktı. Dini ağırlıklı olan kırsal kesime ulaşarak seküler bir toplum inşa arayışının imkânlarını oluşturmak, enstitünün en önemli amaçları arasındaydı.





Türk modernleşmesi; Osmanlı İmparatorluğu gibi çok etnik kökene sahip bir toplumdan, homojen bir ulus inşa amacına yönelmiştir. Çağdaşlık ve yurtseverlik bu ulusun temel dinamikleri olacaktır. Kamusal alanda ise laik, çağdaş, dinî değerlere mesafeli, hayatını bilimin verileri ışığında sürdürmeyi amaçlamış bireyler yetiştirilmek amaçlanmıştır. Kuşkusuz Köy Enstitüleri bu arayışa cevap verecek eğitim kurumları olarak tanımlanmıştır.

Köy Enstitülerin amaçlarından biri de Cumhuriyet devrimlerini köylere taşımaktır. Kuşkusuz köyleri canlandırmak, köylüleri köyde tutmak ve onları kendi kendilerine yetecek hâle getirmek de diğer amaçları arasında yer alır.

Köy Enstitüleri’nin eğitim müfredatında dini eğitimin olmaması yetiştirilmek istenen insan tipiyle ilgilidir. Cumhuriyet modernleşmesi elitleri; dini, devlet hayatından tamamen, toplum hayatından ise olabildiğince uzak tutmayı hedeflemişlerdi.

Köy Enstitüleri,  aslında cumhuriyetin yeni ulus inşası projeleri kapsamında devletin imkânları kullanılarak oluşturulduysa da özünde Cumhuriyet Halk Fırkası’nın projesidir. Kaldı ki, bu enstitü projesi özgün bir proje olmayıp başta Amerikalı John Dewey olmak üzere, birçok batılı aktörün rapor haline getirerek sundukları projelerin ürünüdür. 

Cumhuriyetin kurucu felsefesi, Lozan’dan sonra oluşturmak istediği yeni seküler ulusçu toplumsal dönüşüm politikaları için değişik arayışlar içerisine girmiş, özellikle eğitim ve kültür politikalarıyla tabana yayma stratejisi izlemişti. İsimleri anılan Millet Mektepleri ve devamında gelen Halkevleri, şehirlerde yaşayan seçkin sınıflar arasında kısmi başarılar sağlamışsa bile bu başarı kırsal kesimi etkileyememişti. Oysa o dönem şartlarında halkın yüzde 80’i köylerde yaşamakta idi. Yüzde 80’in yeni ulus inşa sürecinin kapsama alanının dışında kalması, hem politik başarısızlık hem de yeni düzen karşısında bir tehdit unsuru olarak algılanmaktaydı. Bunun yanı sıra yüzde 80’lik kırsal kesim nüfusu, özellikle yeni harflerin kabulü ve Tevhîd-i Tedrisat Kanunu sonrası kapatılan medreseler nedeniyle okur-yazarlık yeteneğini kaybetmiş bir duruma gelmişti. Dolayısıyla; kırsal kesime ulaşmanın birinci yolu, eğitim kanalını kullanarak kurucu felsefeyi halka benimsetmekti. 

Kırsal kesime ulaşarak seküler bir toplum inşasının ikinci yolu olarak, tarım politikasının kullanılmasıydı. 1930’lu yıllarda dünya ölçeğinde baş gösteren ekonomik kriz, yeni yeni savaştan çıkmış bir Türkiye için de çekilmez bir hal almıştı. Dünyada sanayi alanında yaşanan devasa krizlere alternatif olarak tarıma dayalı ekonominin canlandırılması fikri, eş zamanlı olarak Türkiye’de de gelişmiş ve bir ‘Köycülük’ akımını beraberinde getirmişti. Bu yolda kazanılacak üretim başarısı da Köy Enstitüleri’nin ikinci hedefi olarak belirlenmişti. 

Cumhuriyet döneminde eğitime yönelik ideolojik bakışın sembol isimlerinden ikisi Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’tur. Hasan Ali Yücel, yaşadığımız dünyayı bize tanıtan ve onun üstünde zekânın egemenliğini kurmaya imkan hazırlayan pozitif ilmin Batı medeniyetinin özünü teşkil ettiğini, bilimsiz dine ve felsefeye gidilemeyeceğini savunuyordu. Hasan Ali Yücel, akıl ve bilim yoluyla canlandırılacak bir Türk Hümanizmi’nin hayalini kuruyordu. Ancak O’nu radikal bir batıcı olarak değil, ılımlı bir sentezci olarak değerlendirmek gerekir. Hasan Ali Yücel döneminde yayınlanmaya başlanan ve ağırlıklı olarak Batı Klasikleri’ni önceleyen tavır, zihnindeki ideolojik yapılanma ile ilgilidir.

Köy Enstitüleri modelinin düşünsel arka planını oluşturan ve uygulamalarında etkin rol oynayan İsmail Hakkı Tonguç ise, köyün canlandırılması, ezilen sınıflar ve münevverler arasındaki ayrılığa son verilmesi, köylünün hayata katılımının sağlanması, yeni bir insan tipinin yaratılması, iş ve hayat faaliyetlerinin birleştirilmesi ve cemiyetçi bir eğitimin oluşturulmasına çalışmıştır.  Tonguç’a göre köy enstitüleri, “hoca öğretmen tipinin cumhuriyetçi veya devrimci öğretmen tipine dönüştürüldüğü” eğitim kurumları olacaktır. Bu kurumlardan çıkan öğretmenler de toplumu dönüştürecektir.





Kuşkusuz bu anlayışın arka planında devletin toplumun merkezinde dönüştürücü bir güç olarak rol oynadığı modernleşme projesi bulunmaktadır.

Tonguç’un köy enstitüsü modeli, Blonski’nin “Politeknik Okulu” ve Makarenko’nun “Kolektif Üretim Okulu” modelini örnek alınarak sol-toplumcu bir yapıya bürünmüştür.

Köy enstitülerinin en önemli özelliği üretim ilişkilerini değiştirerek yeni bir hafıza yaratmak olmuştur. Sadece köy çocuklarının eğitim gördüğü, şehir merkezlerinden uzak kırsal alanlarda kurulan Köy Enstitüleri’nde “iş içinde, iş yoluyla, iş için eğitim” anlayışı çerçevesinde yapılan eğitimle aynı zamanda üretim ilişkilerinin değiştirilmesi de amaçlanmıştır. Aslında bu amaç, bu okulların resmî amacı değildir. Bu amaç tamamen enstitüleri kuran ve yöneten kadronun amacı veya stratejisidir. Köy Enstitüleri’nin kurucusu İ. Hakkı Tonguç’un oğlu Engin Tonguç (1970), “Devrim Açısından Köy enstitüleri ve Tonguç” adlı yapıtında Köy Enstitüleri’nin bu sosyalizasyon rolünü doğrularcasına enstitülerin amacını şöyle telif etmiştir: “Köy enstitüleri sistemi, başlı başına ne bir okuma-yazma kampanyası, ne de köy kalkınması problemi, ne de bir öğretmen yetiştirme çabası, ne bir okul yapma girişimi idi. Temel amacı bakımından, tarih şartlarının hazırladığı bir imkândan yararlanarak iktidara katılıp elde edilen yürütme gücü ile emekçi sınıfları bilinçlendirmek ve devrimsel süreci hızlandırmak için girişilmiş bir devrim stratejisi ve taktiği idi.”

Engin Tonguç’un ifadesiyle köy enstitüleri “bir devrim stratejisi ve taktiği” algısına maruz kalmıştır. Bu algı köy enstitülü öğretmenlerde büyük ölçüde etkisini göstermiştir. Kendilerini “enstitülü öğretmenler” olarak niteleyen bu kimseler, toplumu kültürel yönden değiştireceklerine inandırmışlardır (Uygun, 2003). Köy enstitülü öğretmenler kendilerine belletilen kurgusallıkları yıllarca tekrarlamışlar ve ezberlerini her darbe veya askeri muhtıra döneminde tazeleme yoluna gitmişlerdir.

Bu kurumların karma bir  eğitime dayanması ilke olarak benimsenmiş ve bu durum oldukça önemsenmiştir. Modern ulusal devletin, Osmanlı İmparatorluğu gibi, karma eğitim anlayışından uzak bir eğitim sistemini uygulayamayacağı belirtilmiştir. İ. Hakkı Tonguç 1940 yılında köy enstitüsü müdürlerine yazdığı bir mektupta, “Müesseselerimizdeki kız talebe işi, pek çok emeğinizi harcamanız lâzımgelen çok ciddî, önemli ve büyük bir mes’eledir. Kızları bir tarafa, erkekleri de diğer tarafa ayırarak müesseseyi iki kafes haline getirmek asla doğru değildir.” diyerek karma eğitime verdiği önemi göstermiştir. Tonguç, mektubunun devamında bütün öğrencilerin, müzik aletlerinden en azından birini çalmayı ve şarkı söylemeyi öğrenmeleri gerektiğini ve bu doğrultuda da gerekenin yapılmasını ifade eder.

Belirlenen hedefler doğrultusunda, öncelikle ilköğretim sorununun tam anlamıyla çözüme kavuşturulması, on yıllık bir plana bağlanmıştı. Bu plana göre, 1956 yılına kadar çağdaş eğitimden geçmemiş tek bir birey kalmamış olacaktı. Köy enstitüsü mezunlarından Mehmet Başaran’ın ifadesiyle, “tüm köklü değişikliklerin gerçekleştirileceği bir ortam hazırlığıydı bu.” Böylece yeni devletin gereksinim duyduğu modern, laik ve ulusal birey tipinin yetiştirilmiş olması hedeflenmiştir. Batılılaşmanın emin adımlarla sürdürülebilmesi ve bu projenin başarıya ulaşabilmesi için, nüfusun çoğunluğunun yaşadığı bu kesimlerin modernleştirilmesi kaçınılmaz olarak görülmüştür.

CHP, Kemalist ideolojiyi nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köylülere taşıyacak ve onları rejimin çıkarları doğrultusunda dönüştürecek temel unsurlar olarak öğretmenleri görüyordu. Zira öğretmen demek köyde jandarmadan sonra devleti (dolayısıyla onunla özdeşleşen CHP’yi) temsil eden en yüce makam sahibi demekti.





Köylü çocuklarını rejimin “güvenilir” öğretmenleri olarak yetiştirerek, bunlar sayesinde Kemalist devletin sesini birinci elden köylüye ulaştırabilmeyi amaçlayan Köy Enstitüleri’nin deneme çalışmaları 1937 yılında başladı. Bunun öncesinde, 1936’da “köy eğitmeni” yetiştirmek üzere bir uygulama başlatılmıştı. Bu uygulamada, askerliğini çavuş olarak yapmış köylü gençlere altı aylık bir eğitimin ardından “köy eğitmeni” unvanı verilerek bunlar köy okullarında görevlendirilmeye başlanıyordu. Köy eğitmenlerine, köylüye tarım konusunda öncülük etmeleri beklentisiyle, bulundukları bölgede toprak, tarım araçları, hayvan ve tohum da veriliyordu. Bu uygulamanın yararlı sonuçlar vermesi Köy Enstitülerinin kuruluşunu hızlandırmıştı.  

1937’de deneme mahiyetinde üç köy eğitmen okulu açıldı. Bu okullar Eskişehir Çifteler, İzmir Kızılçullu ve Kastamonu Gölköy’de kurulmuştu. Üç yıllık bir deneme süresinin ardından, 17 Nisan 1940’ta çıkartılan bir kanunla bu okullar Köy Enstitüleri’ne dönüştürüldü ve 17 Köy Enstitüsü’nün daha açılması kararlaştırıldı. Bu dönemde Hasan Âli Yücel Milli Eğitim Bakanı, İsmail Hakkı Tonguç ise İlköğretim Genel Müdürü idi. Eğitim süreleri beş yıl olarak saptanan Köy Enstitüleri’ne, beş yıllık ilköğrenimi bitiren ya da üç yıllık ilköğrenimi tamamlayıp iki yıl daha bu okullarda hazırlık öğrenimi görecek kız ve erkek köylü çocuklar öğrenci olarak alınacaktı. Her bir okul, belirlenmiş çevre illeri kapsayan bir bölgeden öğrenci alabilecekti.

Enstitüleri inşa etme görevi tümüyle köylüye ve buralarda eğitim görecek öğrencilere angarya olarak yüklenmişti. Civar köylerden eğitilmek üzere toplanan çocuklar, dağlardan sular taşıyarak, yemeklerini kendileri yaparak, yollar ve köprüler kurarak, eğitim binaları, yurtlar, aşevleri, işlikler inşa ettiler. Ve sonunda kendilerinin inşa ettikleri bu okullarda okuma “fırsatı” kazandılar. Kentlerde okuyan çocukların okulları devlet tarafından inşa edilirken, köylüler bir yandan devlete vergi vermek, öte yandan okullarını, yollarını kendileri yapmak zorunda bırakılıyorlardı. Ne de olsa onlar “milletin efendileri”ydiler!


Köy eğitmen ve öğretmenlerinin köy halkını yetiştirmekle ilgili görev ve yetkileri şunlardı:
1.     Köy halkının ulusal kültürünü yükseltmek, onları sosyal hayat bakımından asrın şartlarına ve gereklerine göre yetiştirmek; millî bayram günlerinde, okulların açılışlarında, yerel ve ulusal âdetlere göre kutlanan iş günlerinde törenler yapmak; köy halkını radyodan azami derecede faydalandırmak.
2.     Köyün ekonomik hayatını geliştirmek için ziraat, sanat, teknik alanlarında köylülere örnek olabilecek işler yapmak; okullarda sergiler açmak ve okul dışındaki uygun yerlerde panayırlar açılmasına yardım etmek.
3.     Köyde ve köye yakın çevrelerde bulunan tarihî eserlerle, ülkenin doğal ve teknik kıymete sahip eser ve anıtlarının onarılması.
4.     Köy halkının saadet ve felâketiyle ilgili bütün işlerde elden gelen her türlü yardımı yapmak, bu gibi hallerde hükümet teşkilâtını ilgilendiren işleri zamanında ilgililere yazı ile bildirmek ve gidip haber vermek.

Çevreye ve temin edilecek vasıtalara göre köy gençlerinin yüzücü, kayakçı, güreşçi, binici, atıcı, avcı, bisiklet, motosiklet ve traktör kullanıcı gibi hareketli ve canlı vasıflarla yetiştirilmeleri için gereken her türlü teşebbüslerde bulunmak, mümkün olan tedbirleri almak ve bu hususların gerçekleşmesi için çalışmak. (Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilât Kanunu, Maarif Matbaası, Ankara 1943, s.  6-11.)

4274 sayılı kanunla birlikte köylerdeki eğitmen ve öğretmenlere geniş yetkiler verildiği görülmektedir. Nitekim bu kanunun yayınlanmasından sonra, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bu kanuna yönelik hazırlanan açıklama metninde, eğitmen ve öğretmenlerin görev ve yetkilerini belirleyen kanundaki onuncu maddeyle ilgili yapılan şu açıklama dikkat çekicidir: “(...) Bu madde köyü, yetişmekte bulunan ve yetişmiş olan halkı ile birlikte öğretim, eğitim ve bu yönden teşkillendirme bakımlarından bütün olarak maarif  alanında  çalışanların  ve  çalışacak olanların ellerine vermektedir.” Köylü, köy okullarındaki ve enstitülerdeki eğitmenlere ve öğretmenlere teslim edilmiş ve bu görevlilerden köylüyü modernleştirmeleri öncelikli bir görev olarak istenmiştir. Eğitmen ve öğretmenlerden bir yandan köylüyü ulusal kültürü benimsemiş modern bir birey tarzında yetiştirmeleri istenirken, öte yandan da köylü için canlı birer model olmaları istenmiştir. Nitekim söz konusu kanun hakkındaki izâhnâmeye göre, “(...) köy eğitmen ve öğretmenleri bu yeni köy insanının biricik örneği tanınacaklardır.” (Köy Okulları ve Enstitüleri Teşkilât Kanunu İzahnamesi, s. 32.)

Köy enstitülü öğretmenler enstitüde almış oldukları ruhla köylere atanmışlardır. Atandıkları köylerde kendilerine yüklenen ideal ile, yalnız öğrencileri değil toplumu kültürel yönden ve her bakımdan dönüştürmeye ve değiştirmeye çalışmışlardır. İdealisttiler; ama onlar bu görevlerini yerine getirirken bazı kültürel birikimleri görmezden gelmişler ve kendilerine kazandırılan kalıp yargılarla olaylara yaklaşmışlar ve izledikleri yöntem neticesinde çoğu zaman dirençle karşılaşmışlardır. Onların toplumsal değişim ve dönüşümde en çok karşılaştıkları sorunlardan birisi halkın yerleşik değer ve inançlarıdır. Bunlara karşı seküler, hatta devrimci bir anlayış içerisinde yetiştirilen bu öğretmenler kendilerini kurtuluşa ermiş çağdaş aydınlar olarak tanımlamış ve bu çerçevede toplumsal kalkınmayı sağlayacak yegâne kimseler olarak da yalnızca kendilerini görmüşler ve bu şekilde davranmışlardır. Özellikle birçoğunun dine karşı tutum ve davranışları, hatta köylü nazarında hükümetin köydeki ajanı gibi görülmeleri onların enstitülerde kendilerine belletilen rolü yeterince oynayamamalarına neden olmuştur.

Enstitülerde teorik derslerle pratik derslerin eşit ağırlıklı olarak görüldüğü bir eğitim programı uygulanıyordu. Okutulan derslerin yarısını genel kültür ve meslek dersleri, diğer yarısını ise uygulamalı tarım ve teknik (ev ve el işleri, demircilik, vs.) dersleri oluşturuyordu. Öğrencilere, yılda sadece bir buçuk ay, o da nöbetleşe olarak “tatil” yapma hakkı tanınıyordu.

Köy Enstitüleri’nden mezun olan öğrenciler, mümkünse kendi köylerine, değilse en yakın köye öğretmen olarak atanacak, kendisine bir ev ve toprak verilecekti. Köylerde eğitim verecek bu öğretmenlerin 20 yıl zorunlu hizmet yükümlülüğü bulunuyordu. Köy öğretmenlerinin ücretleri de kırsal alanların geçim endeksine göre saptanıyor, dolayısıyla köyü terk ederek kasabalarda ve kentlerde yaşamaları bu yolla da fiilen engelleniyordu. 1948’e gelindiğinde, o zamana dek kurulan 21 Köy Enstitüsü’nden, toplam 20.000 öğrenci mezun olmuştu. Bunlardan 17.000’i öğretmen, eğitmen ve teknik eleman, 3.000’i ise sağlık memuruydu.

Ayrıca 1942’de Ankara Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne, başarılı mezunların sınavla alınacakları ve üç yıl eğitim görecekleri bir yüksek köy enstitüsü de eklenmişti. Toplam 204 mezun veren bu enstitü 1947’de CHP iktidarı altında kapatılacak ve yeni milli eğitim bakanı R. Şemsettin Sirer’in önderliğinde gerçekleştirilen bu hamle enstitülerin kaderinin de belirlendiği bir dönüm noktası teşkil edecekti. 1950’de Demokrat Partinin iktidara gelmesinin ardından Köy Enstitüleri’nin ders programları klasik öğretmen okullarının programlarıyla birleştirildi ve 1954 yılında bu kurumlar tümüyle kapatıldı.

O yıllarda skandalların yuvası haline gelerek kapatılan Köy Enstitüleri, tarımda model oluşturmak adına yerleşim birimlerinden uzak, geniş tarım arazileri üzerine kuruldu. Öğretim şekli, karma ve yatılı idi. Karma eğitimle beraber köylerdeki kızların zoraki olarak okullara alınması, İslami gelenekten gelen bir toplum için kabullenilebilecek bir durum değil idiyse de, tek parti diktasına karşı çıkmanın ölümü göze almakla eşdeğer olması, köylülere boyun eğdiriyordu.





CHP’nin kurduğu Köy Enstitüleri’nde yaşanan bin bir türlü rezalet ve komünizm propagandası Meclis tutanaklarına geçmiştir. Dönemin Eğitim Bakanı Tevkif İleri, 26 Aralık 1952 tarihli meclis konuşmasında, yaşanan rezaletleri, komünizm propagandasını ve anarşiye teşviki belgelerle ortaya koymuştur.

Köy enstitüleri ile ilgili yapılan tartışmalara ve bu kurumlara yöneltilen eleştirilere bakıldığı zaman, sol ve sağ çevrelerde farklı yaklaşımların sergilendiği görülmektedir. Sağ çevreler için bu kurumlar, komünist yetiştiren yuvalar olarak görülürken; Kemalist sol kesim için ise bu kurumlar, gerçek bir aydınlanma devrimini temsil etmekteydiler. Bunların yanı sıra Kemal Tahir gibi bazı düşünürler de bu kurumları, ‘Tek Parti’ rejiminin ideolojisini geniş kesimlere ulaştırmak amacıyla kurulmuş eğitim mekanları olarak eleştirmişlerdir.

O dönemin muhafazakar milliyetçi münevverlerine göre Köy Enstitüleri komünizmin, materyalizmin, dinsizliğin yayıldığı şer merkezleriydi:“En büyük tahrik ve kızıl faaliyetler Köy Enstitüleri’ne öğretmen yetiştirmek üzere yüksek kısım haline getirilen Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde yapılmak istenmiştir… Enstitülerde kurulan kitaplıklarda ise kızıl, dinsiz, ruhsuz zevatın eserleriyle; Yurt ve Dünya, Adımlar, Pınar, Gün, Ses gibi komünist dergilerin okunması sağlanmıştır.” (İlhan Darendelioğlu)

“Son günlerde peçesi kaldırılan ve bazı temayüllere göre tekrar ihyası için zemin aranan Köy Enstitüleri davası, memleketimizdeki komünizma hulûlünün şah damarını çizer.” (Necip Fazıl Kısakürek)

1945 yılında Ankara'daki Hasanoğlan Köy Enstitüsü bünyesinde kurulan Köy Enstitüleri Dergisi, İslam dinine ve İslam dininin kutsal saydığı tüm değerlere gizli ve açık saldırmaya başladı. Marksist eğilimleri ile tanınan İsmail Hakkı Tonguç'un, adı geçen dergide yazmış olduğu bir makalede şu satırlar dikkat çekiyordu:

 “Ümid edelim ki, yarının dünyası imanını göklerden gelecek görünmez kuvvetlerle ve fizik ötesi fikirlerle beslenmesin. Eğer onun kuvvetli ve mesut bir temeli olsun istiyorsak biz insanlar yeni dünyaya şamil, ihtirassız, yalansız, insani, rasyonel ve reel taze bir din vermeliyiz. Köy Enstitüleri'nde yetiştirilen çocuklar, skolastiğe köle olmaktan kurtarılmaya çalışılmıştır…”

Bu alıntıdaki "insani, rasyonel, reel ve taze din" gibi içi boş kavramlar, da masonizmin temeli olan seküler hümanizmin terimleridir.

Köy Enstitüleri'nin yayınlarında: Nazım Hikmet'in materyalist felsefeyi savunan şiirleri, öğrencileri Allah'ın varlığını inkâra sürüklemeye yönelik mısralar, dinle ve kutsal değerlerle alay eden hikayeler de yer alıyordu. Türkiye Gizli Komünist Partisi'nin ilk Merkez Komitesi azası Ethem Nejat'ın ve Mustafa Suphi'nin fikirlerine dahi başvurulmuştu.

Dönemin güçlü kalemlerinden Peyami Safa, Köy Enstitüleri’ndeki Marksist propagandayı bir makalesinde şu şekilde yorumlamaktadır: “Çocuklara Nazım Hikmet'in şiirlerini ezberleten, marksizm hakkında konferanslar verdiren, dergilerinde de marksizm hakkında makaleler neşreden Köy Enstitüleri’nin komünist yuvaları olduğunu bilmeyen bir tek şuurlu Türk aydını yoktur...”

Hüseyin Nihal Atsız’ın kardeşi olan ve Zonguldak’ta edebiyat öğretmenliği yaparken “Komünizmle Mücadele Derneği”nin kurucularından ve derneğin yayınlarını yöneten kişi olan Nejdet Sançar (1910–1975) da, “kızıl propagandanın yapıldığı fesat yuvaları” olarak değerlendirdiği köy enstitülerine, oldukça sert eleştirilerde bulunmuştur. Sançar, şehirlerden uzaklarda kurulan bu kurumlara, uzun süre Bakanlık müfettişlerinin sokulmayarak, buralardaki komünist faaliyetlerin gizlendiğini, ancak Köy Enstitüleri’nde görev alan bazı vatansever öğretmenler sayesinde bu kurumlarla ilgili gerçeklerin gün yüzüne çıkmaya başladığını söyler. Sançar, bu kurumların iyi bir amaçla kurulmuş olabileceğini; ancak “birtakım iblislerin iblisçe faaliyetleri” sonucunda komünist bir yuvaya dönüştürüldüklerini belirtir. Sançar, bu okullarda köylü gençlere, “Komünist Rusya”nın örnek bir rejim diye tanıtıldığını; ısrarla din, milliyet ve askerlik düşmanlığının telkin edildiğini; sınıf şuurunun ve düşmanlığının yaratılmaya çalışıldığını, kız ile erkek çocukların kasten başıboş bırakıldıklarını ve bütün bunların müfettiş raporlarıyla tespit edildiğini ifade eder. (Nejdet Sançar, “Köy Enstitüleri Meselesi”, Köy Enstitüleri ve Koç Federas- yonu, s. 54–61.)

Peyami Safa (1889-1961) da, 23 Nisan 1960’ta Tercüman Gazetesi’nde yazdığı bir yazıda, çocuklara Nazım Hikmet’in şiirlerinin ezberletildiği, Marxizm hakkında konferansların verildiği, dergilerinde de Marxizm hakkında makalelerin neşredildiği köy Enstitüleri’nin birer komünist yuvası olduğu noktasında İsfendiyaroğlu ve Sançar ile hemfikirdir. Safa yazısında, bütün bu gerçeklere rağmen, bu kurumların kapatılmasını  eleştirenleri, eleştirir. (Peyami Safa, “Köy Enstitüleri Propagandası”, Köy Enstitüleri ve Koç Federasyonu,  s. 163–164.)

Sosyal psikoloji alanında yaptığı öncü çalışmalarla tanınan Prof. Dr. Mümtaz Turhan (1904–1969), köy enstitülerinin Türkiye’nin kalkınmasını yüzde yüz sağlayacak kurumlar olarak değerlendirilmelerini eleştirir. Mümtaz Turhan, her şeyden önce bu kurumların köy enstitülerini savunanlarca dile getirildiği gibi türünün bir ilkini oluşturmadığını ifade eder. Bu kurumların benzeri ve daha iyilerinin XIX. yüzyılın sonlarında Güney ve Orta Amerika’da Jeans’s Schools adıyla kurulduğunu ve XX. yüzyılın başlarında da Afrika’da bunlara benzer kurumların açıldıklarını söyleyen Turhan, köy enstitülerini savunanların bunları yeni bir icatmış gibi dile getirmelerini eleştirir. Turhan’ın bu okullara yönelik bir diğer eleştirisi de, enstitülerin öğrenciler ve öğretmenler tarafından inşa edildikleri şeklindeki açıklamalarla ilgilidir. Bu açıklamalara karşılık, enstitülerin milyonlar harcanarak müteahhitlere yaptırıldığı, bu halde de “tuğlaları biz yoğurduk, biz kestik, pişirdik ve bunlarla enstitüleri biz yaptık” iddialarının bir masal olmaktan öteye geçemediği belirtilmiştir. Turhan, asrî mollalar olarak tanımladığı köy enstitüsü öğretmenleri aracılığıyla, bu okullarda gerçekte köylüye lazım olan bilginin onlara öğretilmesi yerine, köylünün sözde batıl inançlarıyla uğraşıldığını ifade etmektedir. Turhan, bütün bunlardan hareketle de enstitülerin, köylerin kalkınmasını sağlayacak kurumlar olduğu şeklindeki iddianın geçersiz olduğunu ileri sürer.

Köy enstitülerinde ders vermiş olan Sabahattin Eyuboğlu’na göre enstitüler, Türk eğitimcilerinin ilk orijinal büyük eseriydi ve Cumhuriyet eğitim tarihinin en başarılı kurumları da bunlardı. Eyuboğlu’na göre köy enstitüleri, “(...) öğretmenin eğitmen olmasını, bir çeşit inkılâp misyonerliği, Cumhuriyet imamlığı yapmasını istiyordu.” Bu kurumlar bilimsel ilkelere, gözlem ve deneylere dayanılarak kurulmuş oldukları için geriliğin bamteline basmış ve böylece gerici hareketin tepkilerine maruz kalmış okullar olarak değerlendirilmişlerdir. Eyuboğlu’na göre Köy Enstitüleri, Türkiye’nin gerçekte ihtiyaç duyduğu tarzda eğitim veren yegâne kurumlardı. Bu anlamda Eyuboğlu, Türkiye gerçeklerini göz önünde bulundurarak kurulduğunu söylediği bu kurumlara yönelik tepkileri gericilikle itham ederek eleştirir.

Kuruluşlarından bir süre sonra Köy Enstitüleri’ne, komünizme dayanan yıkıcı faaliyetlerde bulundukları ve kız ile erkek öğrenciler arasında ahlâk dışı ilişkilerin görüldüğü yerler oldukları şeklinde eleştiriler yöneltilmiştir. Köylerden köy çocuklarını alıp, enstitülere getirerek okutmak ve bu çocukları köy öğretmeni olarak yetiştirdikten sonra köylerine göndererek, köyün kalkınmasını sağlamak amacıyla kurulduğu söylenilen köy enstitülerine yönelik artan bu türden eleştiriler sonrasında, dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel 5 Ağustos 1946’da görevden alınmış, yerine Reşat Şemsettin Sirer atanmıştır. Sirer’in Milli Eğitim Bakanlığı zamanında, bu kurumlara yönelik eleştirilerin kaynağını araştırmak için, enstitülerde teftişler yapılmış ve bu teftişler sonrasında bu tür uygulamalara ve bu açıdan enstitülerle ilgili olumsuz haberlerin yayılmasına neden olduklarına inanılan bazı köy enstitüsü öğretmenleri görevden uzaklaştırılarak, bunların yerine yeni atamalar yapılmıştır. 1948’de Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatılmış, sonrasında köy enstitülerinin programlarında kapsamlı değişikliklere gidilmiş, 1954’te de “Köy Enstitüsü” adı kaldırılıp, bu kurumlara “İlköğretmen Okulu” adı verilmiştir.

İsmi köy enstitüleri ile özdeşleşmiş olan İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un da görevden alınması, CHP iktidardayken olmuştur. Bu anlamda dönemin bazı CHP’li yöneticileri ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, enstitülerin kapatılmasında rol oynadıkları gerekçesiyle, Kemalist sol çizgideki bazı aydınlar tarafından eleştirilmiştir.

Hülasa; Köy Enstitüleri aracılığıyla, kırsal Türkiye’nin, öteki toplum kesimleriyle birlikte modernleşme yolundaki toplumsal dönüşümünün sağlanması hedeflenmiştir. Bunun içindir ki, köy enstitülerinde köylüye, düşünceden pratiğe nasıl yaşaması gerektiği öğretilmek istenmiştir.

Köy enstitüleri ve enstitülü öğretmenler aracılığıyla bir tür “kültür ihtilâli” yapılarak toplum yeni bir kalıba sokulmak istenmiştir. Bu süreçte toplumun kültürel birikiminin aksine yemeden içmeye, giyimden kuşama, dinlenen müziğe, konuşulan dil ve söyleme kadar her şeyin yeni yaşam bilgilerine uygun hale getirilmesi amaçlanmıştır. Bu yeni yaşam bilgilerinin kaynağı köklerinden koparılmış yeni bir ulus yaratma kaygısıdır. Bunun için de devlet otoritesi en büyük güç olarak kullanma yoluna gidilmiştir.

Yücel’in klasikler yoluyla enstitülerde yaymaya çalıştığı hümanizması, Tonguç’un köy hocasını tehdit gösteren ulusalcı telkinleri, bir dayatma olarak algılanmış ve halk tarafından kabul görmemiştir. Ancak enstitülü öğretmenler üzerinde bu kişilerin veya Tek Parti ideolojisinin tek  tipleştirici politikası önemli ölçüde başarılı olmuştur

Kuruluş yıllarının başlangıcında izlerine rastlanan ve CHP’nin iktidarı DP’ye devretmesinin öncesinde de gittikçe artan bir muhalefetle karşılaşan köy enstitüleri bağlamında yaşanan tartışmalar günümüze kadar devam etmiştir. Bir kesim bu kurumları, memleket gerçekleri göz önünde bulundurularak kurulmuş oldukça ilerici kurumlar olarak değerlendirirken, diğer bir kesim ise bu kurumları, ahlaksızlığı yaygınlaştıran ve Sovyet hayranı kızıl komünist yetiştiren kurumlar olmakla eleştirmişlerdir. Sağ çevrelerde bu kurumlara yönelik eleştirilerde enstitülerle ilgili düzenlenmiş müfettiş raporları da önemli bir kanıt olarak gösterilmiş, Kemalist sol çevreler ise bu raporların düzmece olduklarını ileri sürmüşlerdir. Resmî söylemin dışında tartışmaya eleştirel bir yaklaşımla katılan  ve bizimde katıldığımız bazı değerlendirmelerde de bu kurumlar, CHP’nin parti ideolojisinin ya da devletin resmi ideolojisinin kitlelere yaygınlaştırıldığı  kurumlar olarak değerlendirilmişlerdir.

Cumhuriyetin modernleşme projesinin önemli ayaklarından birisi olarak karşımıza çıkan ve dönemin batılılaşma anlayışının temel özelliklerini taşıdığı her halinden anlaşılan köy enstitüleri, II. Dünya Savaşı gibi tüm dünyada önemli dönüşümlere sebebiyet veren bir tarihsel sürecin Türkiye’deki etkilerine bağlı olarak da kapanmak durumunda kalmıştır. Dolayısıyla köy enstitülerinin hem kurulma sürecini, hem kapatılma sürecini ve hem de etrafında gerçekleşen tartışmaları, dönemin Türk dış politikası ve CHP içerisinde yaşanan gelişmeleri dikkate almadan anlamak mümkün görünmemektedir.



Uğur Mumcu Köy Enstitüleri ile ilgili yaptığı konuşmada “Türkiye Cumhuriyeti 1930’lu yılların sonunda bir yol ayrımındaydı. Ya batılı laik düzene geçilecek, ya da şer’i düzen devam ettirilecekti. Mustafa Kemal ve düşün arkadaşları laisizmi benimsediler. Köy Enstitüleri olayını bu süreç içinde değerlendirmek gerekir.” der.  Dolayısyla 1940’lı yılların başında kurulan ve  Mustafa Armağan’ın ifadesiyle Menderes değil de İnönü tarafından yine 1940’lı yılların sonunda kapatılan Köy Enstitüleri öyle ya da böyle bir şekilde köylerin ve köylülerin yaşam koşullarını ve problemlerini dikkate alan bir proje olsa da; gerek kuruluşunda ve gerekse de sonraki süreçte yüklenen ideolojik misyonlar nedeniyle o tarihlerde yüzde sekseni kırsalda yaşayan Anadolu halkını değişip ve dönüştürmenin hikayesidir.


İDRİS GÖKALP



KAYNAKLAR:

1.       Bir Modernleş(Tir)Me Projesi Olarak Köy Enstitüleri,  Mehmet ANIK , DÎVÂN İlmî Araştırmalar sy. 20 (2006/1), s. 279-309.
2.       Bir Toplumsal İnşa Aracı Olarak Köy Enstitüleri ve Algısı,   Doç. Dr. Selçuk UYGUN Eğitime Bakış Dergisi Yıl 9, sy 26, Temmuz-Ağustos-Eylül 2013.
3.       Eğitim ve Bir Totaliter Eğitim Projesi Olarak Köy Enstitüleri, Yusuf YAVUZYILMAZ, Eğitimle Diriliş
5.       Efsaneleştirilen Köy Enstitüleri ve Gerçekler, İlkay MERİÇ. 
6.       Uğur MUMCU'nun Köy Enstitüleri Konuşması,  https://www.youtube.com/watch?v=7ynyRPB9jHE
7.       Köy Enstitülerini CHP kapatmıştı, Mustafa ARMAĞAN, Yenişafak, 17 Nisan 2016.