SÜNNETİ İNKÂR ETMEK VE
KUR’ANLA YETİNME MESELESİ!
Daha hicri ilk asırda Haricîler eliyle başladı sünnete
mesafeli olma akımı. Kur’an’ı yanlı ve yanlış yorumlayan Haricî mantığına karşı
Hz. Ali, onlara “sünnetle gidin”, tembihinde bulunmuştu. Sonradan dini öğrenen,
“Hâkimiyet Allah’ındır” ayetini slogana dönüştüren bu zihniyet, sünnete
dayanmayan Kur’an anlayışıyla Hz. Ali’yi hunharca katletti.
Daha sonra hadislere karşı saldırı batılı
oryantalistlerden geldi. İslam kaynaklarıyla fikrî ve amelî planda irtibat
sorunu yaşayan Müslümanlar, Batı dünyası karşısında hazırlıksız yakalandı.
Kadim geleneğin müntesibi olan İsrailoğullarının başlarına gelen zillet ve
meskenet yani tüm dünya insanları tarafından horlanıp itibarsızlaştırma ve akıl
tutulması hali Avrupa’nın sanayi devrimi sonrasında Müslümanlara sirayet etti.
Dünyaya hâkim zihniyet taşeronları sayesinde önce rakiplerini kötü gösterdi,
sonrada bilgi kaynaklarını kirletti. Ardından da “geçmişiniz karanlık, gelin
bize dâhil olun.” telkininde bulundu. Sünnetin, Hz. Peygamberden iki yüz yıl
sonra tarihi kurgu roman olarak yazıldığını, hadislerin tespitinin sonradan
olduğunu, bu yüzden gerçeği ifade etmediğini iki asırdan beri söyleyen batılı
araştırmacılara Muhammed Hamidullah Hoca, sahabe döneminde hadislerin
yazıldığını, Hemmâm b. Münebbih’in hadis sahifelerini küflü kütüphanelerden
çıkartarak ispatladı.
Sünnet deryasının Batılılar tarafından kirli olduğu
düşüncesi, hadislerin sonradan uydurulduğu fikri, artık yerlilere ihale edildi.
Nihayet Osmanlı yıkıldı, hilafet kurumu lağvedildi ve âlimlerin sayısı azaldı.
Yaşanan hayatın sorunlarına, geri kalmışlığımıza çareler arandı. Tekrar ayağa
kalkmanın imkânları araştırıldı. Sonrasında Mısır’da bu durumu aşmak için
Muhammed Abduh ve talebeleri tarafından, İslam’ın temel kaynakları, asrın
idrakine (!) arz edilerek yeniden okunmaya başlandı. İslam, teknik yönden güçlü
olan Avrupalı karşısında, görücüye çıkmış bir gelin gibi şirin gösterildi.
Mucizeler, akla uygun hale getirilip bilimsel argümanlarla anlatıldı; Ebabil
kuşları mikrop, Musa as.’ın asasıyla denizin yarılma hadisesi de o esnada denk
gelen med ve cezir olayı olarak yorumlandı. O zamana dek itibar görmüş ne kadar
anlayış varsa hepsi çöpe atıldı, tedavüle yenileri konuldu. Ancak yorumlar bir
yere geldi ve dayandı. Çağın gereklerine iman eden yeni yetme bu ulema, Kur’an
üzerinde serbest hareket etmelerini kısıtlayan, keyfi yorumlarına ayak bağı
olan hadisleri, yollarına engel teşkil eden bir taş gibi görerek kaldırıp atma
cüretini gösterdi.
Peygamberlik müessesesi, bir de Hindistan’da
kendilerini Kur’an Ekolü/Kurâniyyun olarak takdim eden kişiler tarafından
tekrar gündeme taşındı ve sünnetin dindeki yeri inkâr edildi. Bu hareket, işgal
ettikleri yerleri fikri planda da ifsat etmeden çıkmayan Hint Kıtasına giren
İngilizlerin eliyle tasarlandı. Dinin esaslarını kaldırmaya yönelik projenin
ürünü olan bu hareket, hadisleri tartışmaya açtı. “Kur’an bize yeter”
düşüncesini işleyen bu akım, kurucusu Seyit Ahmet Han tarafından yeniden
formüle edildi. Ümmetin aklı karıştırıldı. İngiliz bir şirketin eliyle yıllarca
sömürülen sosyal, siyasal her alanda İngilizlere yetki veren Kur’an Ekolü
nedense Rasülullah’a yetki sınırlaması getirdi. İngilizler, bu düşünceye sahip
olanları devlet kademelerine yerleştirdi ve Oxford Üniversitesinde eğitim (!)
alma imkânını sağladı. Peygambere itaat etmenin günümüz için yöneticilere
itaatten ibaret olduğunu ve devleti idare edenlerin dinde reform
yapabileceklerini söyleyen bu kişiler, cennet ve cehennemin temsîlî olduğunu,
aynı zamanda cehennemin de ebedî olmadığını ifade ettiler. Bine yakın âlim,
Kur’an Ekolü’nün diğer mimarlarından olan Ahmet Pervîz’in mürted olduğunu ilan
etti.
O topraklarda yetişen âlimlerden Mevdûdî, ‘Sünnetin
Anayasal Konumu’ adlı çaplı eseriyle, bu çarpık, din dışı zihniyeti eleştirerek
sünneti müdafaa etti. Bu akım Hint kıtasının bir meselesi olmaktan çıktı, bütün
İslam coğrafyasına yayıldı.
Her dönemin fitnesi farklıdır. Bu çağın
Müslümanlarının fitnesi de peygamberi postacı olarak görüp “no’lacak bu
hadislerin hali” edasıyla ortaya konulan hadis inkârcılığıdır. Hadislerin reddi
öyle bir hal aldı ki neredeyse çevremizdekilere hadis söylemeye korkar olduk.
Daha hadisi söylemeden ilk taarruz “Hadis sahih mi?” diyerek
gerçekleştiriliyor. Gerçi sahih hadisin şartlarına dair bir soru sorulsa alık
alık bakanlar, bu hallerine rağmen Buhârî’yi, Müslim’i, Zehebî’yi de
beğenmiyorlar. Bize bu durumda Hz. Peygamberin yaptığı “Ya Rabbi! Bizi
dinimizden yaralama.1” duasını yapmak düşüyor.
Her geçen gün bir hadisin daha uydurma olduğu(!), sağ
elle yemenin sünnet olmadığı, salavat getirmenin bid’at olduğu, Kur’an’da yer
almadığı için bin yıllık yanılgı olan kadınların hayızlı iken oruç
tutabileceği… haberleri basın ve yayın yoluyla duyurularak halk üzerinde kafa
karışıklığı oluşturuldu. Başlangıçta Allah’ın Rasülü’ne iman etmeden de imanın
geçerli olup cennete girilebileceği hezeyanlarına “tedrici iman” kılıfı
geçirerek dinin ana dinamikleri üzerinde sarsılma yaşatıldı. Gerçek İslam’ın
“Kur’an İslam’ı” olduğu söylenerek hadislere itibar edilemeyeceği ön yargısı
oluşturuldu.
Tahribat dünyalık olduğu zaman yerine yenisi bulunur.
Ancak yozlaşma dinden başlarsa nübüvvet kurumuna karşı iki tarihî sapma önümüze
çıkar: Maddeci Yahudiler, Ruhçu Hıristiyanlar. Maddeci Yahudiler
peygamberlerinin varlığını bizzat ortadan kaldırarak, ruhçu Hıristiyanlar da
içini boşaltarak risaleti ilga etti. Günümüz Müslümanları ise her ikisini de
yapmaktadır. Bir taraftan resmî kurumların eliyle, hadislerin içi boşaltılarak
yeniden tasnif edilip piyasaya servis edilmek istenirken, diğer taraftan da
müçtehitliğe soyunan, meşhur üstadlar(!) bu kadar mevcut hatırı sayılır hadis
kitaplarına rağmen “İçime sinen, tavsiye edebileceğim bir hadis kitabı yok.”
diyebiliyorlar. Bilgi hatalarıyla ve kaynak yetersizliğine rağmen kendi
kitaplarının eleştirilmesine tahammül gösteremeyip buna rağmen çok satılmasını
isteyenler, hadis kitaplarını bir çırpıda reddediyorlar. En basit insanlara ve
görüşlere saygılı, Aristo mantığıyla, Hegel’in teziyle, Kant’ın ahlâkıyla ve
Pozitivist felsefeyle kafaları iğdiş edilmiş olanlar, Hz. Peygamberin sünneti
denince tüyleri diken diken olup sanki din elden gidiyor hassasiyetiyle sünneti
ve hadisleri kabulde kılı kırk yarıyorlar.
“Görmediğimiz Allah’a inanmayız” diyen materyalist
Yahudilik ile ‘akla yatmıyor’ deyip hadis mirasını yıkma eğilimini gösteren
kişiler arasında fark olmadığı gibi aynı şekilde İsa as.’ın şeriatını tahrif
eden Pavlosizm ile hadisleri Kur’an’a arz edip, kendince ‘Kur’an merkezli(!)
çarpık bir din anlayışı icat etmek isteyenler arasında da çok fark yoktur.
Maalesef Rasulullah’ın sahih sünnetiyle yol bulamayan, işlerine gelince uydurma
hadislere bile sımsıkı sarılan bu kişilerin zihniyeti, şu uyduruk rivayete
dayanmaktadır: “Size benden bir hadis geldiğinde, bunu Kur’an’a arz
edin. Eğer bu hadisin aslını Kur’an’da buluyorsanız hadisi alın, değilse
reddedin.” Hâlbuki bu asılsız rivayetin, selef hadis âlimlerince
ittifakla İslam düşmanları tarafından uydurulduğu ifade edilmiştir. 2“Allah’ın
kitabına uyduğu sürece siz de Rasule uyun” diye ne bir ayet ne de bunu ifade
eden bir hadis vardır.
Buna mukabil,…
“Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş
olur.”
Nisâ
sûresi:80
…ayetiyle Rasul’e itaatin, Allah’a itaat etme anlamına
geldiği vurgulanır. Ayrıca hadisleri hangi Kur’an’a arz edeceğiz; on dokuz
yalanı üzerine Tevbe Suresinin son iki ayetini inkar eden Edip Yüksel’in
Kur’an’ına mı yoksa Yasar Nuri’nin çağdaş yorumlu Kur’an’ına mı, ya da Esed’in
mealinin neredeyse aynısı diyeceğimiz İslamoğlu’nun Gerekçeli Meali’ne mi?!
Televizyonların karşısında akademik yüksek payelerine
dayanarak makam ve mevki sahibi bazı kişiler, bir takım uygulamaların Kur’an’da
olmadığı gerekçesiyle hadisleri reddediyorlar. Hâlbuki peygamberimiz bakınız ne
diyor:
“Dikkat edin, bana Kitap ve onun bir benzeri
olan (sünnet de) verildi. Dikkatli olun! Karnı tok bir adamın koltuğuna
yaslanarak size: “Sadece şu Kur’an’a uymanız gerekir. (Bilmeyiz. Biz sadece
Allah’ın Kitabında bulduğumuza uyarız.3) Kur’an’da olanlar helâl,
olmayanlar haramdır/başka kaynağa ihtiyacınız yoktur.” demesi pek yakındır.
Dikkatli olun! Allah’ın elçisinin haram kıldıkları, Allah’ın haram kıldıkları
gibidir. Dikkatli olun! (Kur’an’da olmadığı halde) size evcil eşek eti haram
kılındı.”4
Abdullah b. Mes’ûd, “Allah, saçına saç
ekleyen ve yüzündeki kılları alana lânetlemiştir.” der. Bunun
üzerine bir kadın “Allah’ın kitabını okudum, ama senin dediğini
göremedim.” deyince Abdullah b. Mes’ûd:“Eğer sen okusaydın onu
görürdün. Allah Teâlâ’nın…
“Peygamberin, size getirdiklerini alın
uygulayın; yasakladığı şeylerden de uzak durun. “
Haşr:7”
… âyetini hiç okumadın mı? Kadın, “Evet” deyince İbn
Mes’ûd “ İşte Rasûlullah (s.a.) (Kur’anda olmadığı halde) bunları da
yasaklamıştır.” 5 Abdullah b. Mesud ganimetler hakkında
inmesine rağmen bu ayeti hayatın her alanına uyarlayarak daha geniş açıdan
yorumlamıştır.
Allah’ın basiretini aldığı bir de şeytanı yol arkadaşı
yaptığı kişi, “Bize Kur’an yeter.” ya da “Hz. Peygamberin sadece tebliğ görevi
vardır; dinde kanun koyma yetkisi yoktur.” şeklinde sözler sarf etme cesaretini
gösterdiler. Şu ayetlere rağmen:
“Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah ile
peygamberleri arasında (peygamberlik gerçeğini inkar ederek) ayırım yapanlar,
‘Bir kısmına inanır bir kısmını inkar ederiz’ diyerek, iman ile küfür arası bir
yol tutturmak isteyenler var ya, onlar gerçek anlamı ile kafirdirler.” (Nisa
Suresi: 150)“Kim de kendisine ‘dosdoğru yol’ apaçık belli olduktan sonra,
peygambere muhalefet ederse ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu
döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!”
(Nisa Suresi:
115)
Hâlbuki Kur’an’ın şu beyanıyla sünnetin vahyin
kontrolünde dinde hüküm koyma yetkisi olduğu açıktır:
“Onlar adını ellerindeki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı
buldukları şu okuma- yazması olmayan ümmî Peygamber’in izinden giderler. O
(Peygamber) onlara iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar, temiz şeyleri helâl, pis
şeyleri de haram kılar, omuzlarındaki ağır yükümlülükleri, boyunlarındaki
zincirleri kaldırır.”
Araf
Suresi: 157
Sünnetin yapı taşı olduğuna inanan İmam Evzâî’ye,
sünnetin önemini ifade etmek üzere, “Kur’an’ın sünnete olan ihtiyacı,
sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır.”6 sözünü
söyleten o dönemin hadislerini hiçe sayan kişilerdir. Bu şekilde söylemekten
kaçınan İmam Ahmed, “Böyle söyleyemem. Ama sünnet Kur’an’ın kapalı olan ve
anlaşılmayan yerlerini açıklar.” demiştir.7
Sünnetin güncel hayata o denli tesir etmesine ve her
konuda peygamberden bahsedilmesine şaşıran bir gayri müslim, “Neredeyse
tuvaleti bile peygamberinizden bir sözle anlatacaksınız!” demesi
üzerine, Selmâni Farisi, Hz. Peygamberin tuvalet adabıyla alakalı olarak
kıbleye dönmemesine, taharetin nasıl yapılacağına dair sünnetten alıntı yaparak
açıklama yapar.8 Çünkü Rasulullah’ın sünneti, sadece geçmişi
ilgilendiren tarihi olay değil, her konuda hayata müdahale eden nebevî bir
ilke, ferdî ve toplumsal huzuru sağlayan bir dünya görüşüdür.
İşte bu sebeple “Mutarrif b. Abdullah, ….
“Bize Kur’an’dan bahsedin hadisten değil” diyen
kimseye, “Biz hadisi Kur’an’a tercih etmiyoruz. Hadisleri anlatmaktaki amacımız
Kur’an’ı en iyi bilen (Rasulullah’ın) bildiklerini söylemektir.9
…uyarısında bulunmuştur.
Birçok gerekçelerle sünneti görmezlikten gelip
hayattan devre dışı etmeye çalışanlar, yaşamadıkları sünneti önce eleştirdiler;
sonra da yaşanmaz deyip inkâr ettiler. Sünneti reddedenlerin arkasındaki
gerçek, sünnetin değişen dünyaya kafa tutup ayak uydurmayışıdır. Kaldı ki
Kur’an’ın toplumsallaşmış hali olan sünnet, kişileri ve toplumları çağın her
türlü soysal, siyasal, ahlakî ve eğitim alanında sapmaların karşısında durup
gerçek kimliğine dönmesine imkân vermektedir.
Hz. Peygamberin sünnetinin dışında yeni İslamî
arayışlar ve yorumlar sadece bir ütopya olup şeytanın sağdan yaklaşmasıdır.
Değişen dünya değerlerine iman, kendimizi inkârdır. Ayrıca değişimi bir iksir
gibi görmek, hayra yormak, erdem değildir. İşin doğrusu, değişimi
Kur’an ve sünnete göre ele alıp değerlendirmek ve hayata uygulamaktır.
Sünneti evrensel bütünlüğü içinde düşünmek ve onu her
hareketimizin çıkış noktası olarak kabul etmek, kendi içimizde tatmin edici bir
yoruma kavuşturamadığımız sünnet verilerini hemencecik reddedivermekten bizi
kurtaracağı gibi onların da geçerli olabileceği yöre ve dönemlerin olabileceği
fikrine ve rahatlığına ulaştıracaktır. Bu da İslam kültürü demek olan sünnet’e
dair hiçbir bilgi ve belgenin zayi olmaması demektir.10
Kendi kutsallarına “la” diyemeyip hadislere gelince
“illallah” deyip yaka çırpanlar şu ilahî mesajla karşı karşıya geleceklerdir:
“O gün zalim kimse (üzüntüden) elini ısırıp şöyle der:
‘Keşke, peygamberle birlikte aynı yolu tutsaydım. Ah, ne olurdu, falancayı dost
edinmeseydim. Zikir/Kur’an bana geldikten sonra, o saptırdı beni Kur’an’dan.
Şeytan, insan için bir rezil edicidir.”
Furkan
Suresi: 27-29
Sonuç olarak, ekran
karşısında din öğrenme yerine klasik Buhârî okumalarını, Riyaz derslerini
tekrar ihya edelim. Anlamadığımız hadisleri kendisine soracağımız, hadis
usulünü de ruhunu da kavratacak bir sünnet mütehassısıyla beraber kapsamlı
hadis okumaları gerçekleştirelim. Hadisleri Kur’an ve sünnet bütünlüğünde
okuyalım.
1.
Tirmizî, 3502.
2.
Şevkâni, el-Fevâid: 278; el-Mekâsıdü’l-Hasene: 36.
3.
Ebû Dâvud: 4605
4.
Ebû Dâvud: 4604; İbn Mâce, Mukaddime 2, (12); Tirmizî:
2663, 2801; Müsned:6/8.
5.
İbn Kesir: Haşr suresi 7. Ayetin tefsiri.
6.
Şevkani, İrşadül-Fuhul: 33
7.
İbn Abdilber, Câmiu Beyani’l-İlm: 192.
8.
Müslim, Tahare 5758
9.
İbn Abdilber, Câmiu Beyani’l-İlm: 563.
10.
İsmail Lütfi Çakan, İslami Yapılanmada Sîret ve
Sünnet: 242.
İBRAHİM ÖZTÜRK, İLKADIMDERGİSİ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder