27 Mayıs 2017 Cumartesi

SAHUR VE İFTAR: ORUÇLA GELEN BEREKET VE SEVİNÇ

ramazan ve oruç ile ilgili görsel sonucu

SAHUR VE İFTAR: ORUÇLA GELEN BEREKET VE SEVİNÇ 
Peygamber Efendimizin Medine'ye gelişinden yaklaşık olarak on sekiz ay geçmişti. Şâban ayının son günleriydi. Bakara sûresinin gelen âyetleri Ramazan orucunun farz kılındığını haber vermişti. Resûlullah'ın tebliğ ve teşvik ettiği herşeyi, “İşittik ve itaat ettik.  diyerek büyük bir aşkla yerine getirmeye çalışan sahâbe-i kirâm, bu ibadeti de gerektiği gibi yapmaya gayret ve özen gösteriyorlardı.
Orucun farz kılındığı bu ilk dönemlerde sahâbîler, iftar ettikten sonra gece uyumadıkları müddetçe yiyebiliyor, içebiliyor, eşleriyle birlikte olabiliyorlardı. Fakat akşam olduğunda, iftar vakti dâhil, herhangi bir vakitte uyumaları hâlinde uyanınca bunların hiçbirini yapamıyorlar, ertesi gün güneş batıncaya kadar oruçlu sayılıyorlardı.  Bir gün Kays b. Sırma (ra) adlı bir sahâbî yorgun argın evine gelerek hanımından iftar için yemek hazırlamasını istemişti. Fakat bütün gün çalışan Kays, hanımı gelene kadar yorgunluktan uyuyakaldı. Böylece hiç yemek yiyemeden ertesi günün orucuna başlamak zorunda kaldı ve yine tarlasında çalışmaya başladı. Ancak günün ortasında açlık ve yorgunluğa daha fazla dayanamayarak bayılıverdi. Kays'ın bu hâli Resûlullah'a haber verildi. Bunun üzerine Müslümanlara kolaylık sunan ve “sahur” uygulamasını başlatan şu âyet nâzil oldu:
Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (Ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için sonra akşama kadar orucu tamamlayın. 
“Gecenin son üçte biri” için kullanılan “seher” kökünden gelen “sahur”, oruç tutmak üzere fecrin doğuşundan önce yenen yemeğe verilen isimdir. Hz. Peygamber'in, bazı hadislerinde “ekletü's-sahûr” bazılarında ise “taâmü's-sahûr”  yani “sahur yemeği” olarak ifade ettiği, gecenin yarısından sonra yenen bu yemek için genellikle “sahur” kelimesi kullanılmıştır.
Gündüz oruç tutabilmek için sahur yemeğinden istifade edilmesini tavsiye eden  Peygamber Efendimiz, “Bizim orucumuzla Ehl-i kitabın orucunu ayıran (şey), sahur yemeğidir.”  diyerek sahur yapmanın oruç ibadetinde Müslümanların ayırt edici bir vasfı olduğunu bildirmiştir. Sahura kalkmayı son derece önemsediğinden, “Sahur yemeği yiyin. Çünkü sahur yemeğinde bereket vardır.”  buyurarak Müslümanlardan bir yudum su ile olsa da mutlaka sahur yapmalarını istemiştir.  Resûl-i Ekrem, sahurun bereketinden sık sık bahsetmiş, sahâbeden Irbâd b. Sâriye'yi (ra) sahura davet ederken de, “Mübarek yemeğe gel!” diyerek bu yemeğin hayırlı ve bereketli olduğunu farklı bir şekilde ifade etmiştir.  Ayrıca sahur yapanlara Allah Teâlâ'nın merhamet, meleklerin de hayır dua edeceği müjdesini vermiştir.
Bu bereketli gece yemeği, imsak vaktiyle sona erer. “Bir şeyden el çekmek, kendini tutmak” mânâsına gelen “imsak”, oruç tutmak üzere belirlenen vakitte kişinin kendisini yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak tutmasını ifade eden bir terimdir. Dar anlamda ise günün aydınlanmaya başladığı ve böylece sahurun sona erip orucun başladığı vakit için kullanılır. “İmsak” kelimesi daha ziyade bu dar anlamıyla meşhur olmuştur. Güneşin batışıyla oruç yasaklarının kalktığı zamana ise “iftar” denilmiştir.
Sahâbe-i kirâm Hz. Peygamber'in emrini yerine getirmek, onun sünnetini takip etmek üzere sahura büyük heyecanla kalkıyorlardı. Ne var ki, ilk zamanlarda, saat gibi zamanı gösteren belirli bir araç olmadığı için, oruca başlama vaktinin tesbiti konusunda ashâb arasında bir tereddüt hâsıl olmuştu. Her ne kadar Yüce Rabbimiz bunu Kur'an âyetiyle, “siyah iplik ile beyaz iplik birbirinden ayırt edilecek zamana kadar”   şeklinde bildirmiş ise de bu mecâzî ifadeyi bazı sahâbîler anlayamamıştı. İmsak vaktini tayinde zorlananlardan biri de Tay kabilesinden cömertliğiyle meşhur sahâbî Adî b. Hâtim (ra) idi. Oruca başlama vaktini belirleyen âyet indiğinde Adî, bir siyah bir de beyaz ip alıp bunları yastığının altına koymuştu. Gece bunlara bakıp aralarında bir fark tespit edemeyince oruca ne zaman başlayacağına bir türlü karar verememişti. Sabah olunca hemen Resûlullah'a gelerek bu durumu anlattı. Allah Resûlü, “Öyleyse senin yastığın enli ve uzunmuş.” sözleriyle onun âyette kastedileni anlamadığını ima ederek gülümsedi  ve şu açıklamayı yaptı:“Âyette bahsi geçen siyah ve beyaz iplik, gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığından ibarettir.” 
Gerek Sevgili Peygamberimizin bu beyanıyla, gerekse sonradan âyette geçen “tan yeri ağarıncaya kadar”ifadesinin nâzil olmasıyla âyetin mânâsı iyice anlaşılmış, Adî b. Hâtim gibi siyah ve beyaz iplerle kafası karışan diğer kimselerin de zihinleri aydınlanmıştı. Ancak imsak vaktinin tayini hususundaki ihtilâflar devam etmekteydi. Ashâbın çoğunluğu imsak ve iftar vakitlerinde ezana göre hareket ediyordu. Ancak imsak vaktinde Hz. Peygamber'in müezzinlerinden Bilâl (ra) ezanı daha önce okurken İbn Ümmü Mektûm (ra) ise geciktiriyordu. Gecenin farklı vakitlerinde okunan bu ezanlar, sahâbenin imsak vaktini karıştırmalarına neden olmuştu. Allah Resûlü'nün, “Bilâl ezanı geceleyin okur. Siz, İbn Ümmü Mektûm'un ezanını işitinceye kadar yiyin, için.”  sözleriyle bu karışıklık da ortadan kalkmış oldu. Zira Hz. Bilâl'in okuduğu ezan, uyuyanları uyandırmak, gece kalkıp namaz kılanlara da sahur vaktinin bitmek üzere olduğunu haber vermek içindi, imsak vaktinin girdiğini göstermiyordu. İbn Ümmü Mektûm'un okuduğu ezan ise Müslümanlara oruç ibadetinin başladığını ilân ediyordu. Zira o, âmâ olduğundan çevresindeki insanların sabah namazı vaktinin girdiğini söylemesiyle ezan okumaktaydı.
İmsak vakti, sabah namazının vaktinin girdiği, gecenin bittiği, gündüzün başladığı andır. İmsakla birlikte mümin, sevabını Allah Teâlâ'nın takdir edeceği çok özel bir ibadete başlar. Zira Yüce Allah kutsî bir hadiste şöyle buyurmuştur: “...Oruç benim içindir, onun ecrini ben vereceğim...”  Gün ilerledikçe, oruç tutmanın kazandırdığı mânevî haz ve heyecanla birlikte açlık ve susuzluk hissi de artar. Fakat oruç tutan Müslüman, “Oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk kokusundan daha güzeldir.” diyen Allah Resûlü'nün bu övgüsüne mazhar olabilmek için sabreder. Ve yalnızca Allah için türlü zorluklara katlanılarak eda edilen bir günlük oruç iftar vaktinin girmesiyle sona erer.
Kur'ân-ı Kerîm'de “akşama kadar” oruç tutulması emredildiği ve iftar vaktinin tam olarak ne zaman girdiği açıklanmadığı için sahâbe, konuyu Peygamber Efendimize danışmıştır. Hz. Ömer'in, “İftar vakti ne zamandır?” sorusu üzerine Sevgili Peygamberimiz, “Gece gelip gündüz gidince ve güneş kaybolunca oruçlu iftar eder.”  diyerek güneşin batışıyla iftar vaktinin girdiğini bildirmiştir.
İftar vakti, müminler için sevinç ve huzur vaktidir. Bu vaktin girmesiyle Allah'ın rızası için açlığa, susuzluğa, orucun sıhhatine zarar verecek tutum ve davranışlara karşı sabreden, oruca özel yasaklardan uzak durmayı başaran ihlâslı gönüller için bütün bu yasaklar kalkar. Bu vakit, Resûlullah'ın (sav), “Şüphesiz her iftar vaktinde Allah tarafından (cehennem ateşinden) azat edilenler vardır. Bu (azat etme işlemi Ramazan'da) her gece olur.”  sözleriyle ifade ettiği üzere, bağışlanma vaktidir. Yine Hz. Peygamber, “...Müminin iki sevinci vardır: Birisi iftar vaktinde orucunu açtığı andaki sevinci, diğeri Rabbine kavuştuğu zaman orucunun (mükâfatından kaynaklanan) sevincidir.”  buyurmuştur.
Visal orucunu yani iki gün peş peşe iftar etmeden oruç tutmayı yasaklayan  Allah Resûlü, iftar vakti gelince, oruç açmada acele edilmesini tavsiye etmiştir. “İnsanlar vakti girince iftar etmekte acele ettikleri sürece hayır üzere olurlar.”  buyurmuş ve Allah'ın en sevdiği kullarının iftar yapmada acele edenler olduğunu bildirmiştir.  Nitekim bir gün, tâbiînden Ebû Atıyye ile Mesrûk, müminleri annesi Hz. Âişe'nin yanına gelerek sahâbeden bir kişinin iftar yapmada ve akşam namazını kılmada acele ettiğini, diğer bir kimsenin ise bunları geciktirdiğini söylemiş, hangisinin daha doğru olduğunu öğrenmek istemişlerdi. Hz. Âişe iftarda ve namazda acele edenin kim olduğunu merak etmiş ve onun Abdullah b. Mes'ûd olduğunu öğrendikten sonra şöyle demişti: “Allah Resûlü de böyle yapardı.”
Peygamber Efendimiz, iftar edeceği zaman özel yiyecekler aramaz, yemek ayrımı yapmaz, sofrada ne bulursa onunla iftar ederdi. Onun iftar sofrası, lüks ve israftan uzak, son derece sade idi. Medine'de Efendimizin yanında büyüyen Enes b. Mâlik (ra), Resûlullah'ın iftarını şöyle anlatmıştır: “Resûlullah (sav) akşam namazını kılmadan önce birkaç taze hurma ile, eğer yoksa kuru hurma ile iftar ederdi, o da yoksa birkaç yudum suyla orucunu açardı.” Peygamberimiz, Allah rızasını kazanmak için oruç tutar, O'nun rızkıyla iftar eder, iftar ederken de ellerini açarak şöyle dua ederdi:“Allâhümme leke sumtü ve alâ rızkıke eftartü. (Allah'ım! Senin rızan için oruç tuttum ve senin rızkınla orucumu açtım.)” 
Allah Resûlü, “Her oruçlunun iftarını açtığında reddedilmeyen bir duası vardır.” diyerek müminlere bu sevinç ve bağışlanma vaktinde dua etmelerini öğütlemiştir. Bu hadisi Peygamberimizden nakleden sahâbî Abdullah b. Amr'ın (ra) iftar vaktinde,“Allah'ım! Senden herşeyi kuşatan rahmetin ile beni bağışlamanı dilerim.” diyerek dua ettiği bilinmektedir.
Ramazan ayında, diğer zamanlara göre daha cömert olan Sevgili Peygamberimiz, iftar sofralarını başkalarıyla paylaşmaya büyük önem vermiş ve şöyle buyurmuştur: “Her kim bir oruçluya iftar yemeği yedirirse, kendisine onun sevabı kadar sevap verilir; oruçlunun ecrinden de hiçbir şey eksiltilmez.”  Kendisi de iftar davetlerine icabet etmiş, davet sahiplerine övgüde bulunmuştur. Nitekim Sa'd b. Ubâde'nin (ra) iftar davetine icabet ettiğinde, iftarda kendisine ikram edilen ekmek ile zeytinyağını yedikten sonra, genellikle başkalarıyla iftar ederken okuduğu şu duayı okumuştur: “Eftara ındekümü's-sâimûn ve ekele taâmekümü'l-ebrâr ve sallet aleykümü'l-melâiketü. (Yanınızda oruçlular iftar etsin, yemeğinizi iyiler yesin ve melekler size rahmet dilesin.)” 
İslâm ümmeti, Allah Resûlü'nün diğer sünnetlerine karşı gösterdiği hassasiyeti sahur, iftar, iftarda acele etme, iftar sofralarına ihtiyaç sahiplerini çağırma gibi konulardaki sünnetinde de göstermiş, tarih boyunca bu heyecan artarak devam etmiştir.
Hz. Bilâl'in oruç tutacak olanları sahura kaldırmak için okuduğu ezandan hareketle Osmanlı döneminde sahur vaktini duyurmak için Allah'a hamd ve övgü, Peygamberine salât ve selâm okunmuştur. “Temcit” adı verilen bu uygulamaya atfen dilimizde “temcit pilavı” şeklinde bir tabir oluşmuştur. Zira o günlerde akşamdan hazırlanmış pilavlar, sahur vaktinde temcidler okunurken çıkarılır, ısıtılır ve sahur yapılırdı. Osmanlı'daki bu geleneğin yerini daha sonraları, oruç tutanları uyarmak üzere caddelerde mâniler eşliğinde davullar çalan Ramazan davulcuları almıştır. Hayat şartlarıyla değişen ve günümüzde giderek azalan bu uygulamalar, toplumda canlı olarak yaşanan Ramazan sevincinin birer göstergesidir.
Sahurlardaki coşku iftarlarda zirveye çıkmış, öyle zamanlar olmuş ki, iftar sofraları törenle kurulur ve ikram edilen yemekler, belli bir düzen içinde yenilir hâle gelmiştir. İftar vakti top atışlarıyla ilân edilmiş, bu uygulama çeşitli hediyeler dağıtılarak devam etmiştir. Günümüzde de gerek Mekke ve Medine'de saflar hâlinde oluşturulan uzun, geniş, mütevazı sofralarla gerekse ülkemizde kurulan küçük büyük iftar çadırlarıyla toplumun her kesiminden insan bir araya gelerek iftar sevincini paylaşmakta, farklı şekillerde de olsa iftar ve Ramazan coşkusu bütün İslâm âleminde yaşanmaktadır.
İftar davetlerini verirken akrabaların, dostların, komşuların dikkate alınması güzeldir. Fakat bu daireyi genişleterek, iftar sofralarına ihtiyaç sahibi insanları buyur etmek Allah'ın rızasına çok daha uygun bir davranış olacaktır. İftar davetleri belli bir zümrenin bir araya gelerek lüks mekânlarda, zengin sofralarda yemek yemelerinin ötesine geçmeli; sofralara dâhil edilen yetimler, yaşlılar ve muhtaçlarla Halil İbrâhim bereketinin arandığı salih amellere dönüşmelidir.
Sahur, sevabını Yüce Allah'ın vereceği önemli bir ibadete başlamanın heyecanı, iftar ise nimetlere kavuşmanın sevinci ile geçen bereketli zaman dilimleridir. Allah'ın sevgisine ve rızasına kavuşabilmek için sahurdan iftara kadar günlerini oruçlu geçirenler hem bu dünyada huzuru hem de âhirette mutluluğu kazanırlar. Bu güzel anlarını yakınlarla, dostlarla ve muhtaçlarla paylaşanlar ise birlikteliğin coşkusu ve yardımlaşmanın bereketiyle bu mutluluklarını bir kat daha artırırlar.

3 Mayıs 2017 Çarşamba

SÜNNETİ İNKÂR ETMEK VE KUR’ANLA YETİNME MESELESİ!



SÜNNETİ İNKÂR ETMEK VE KUR’ANLA YETİNME MESELESİ!

Daha hicri ilk asırda Haricîler eliyle başladı sünnete mesafeli olma akımı. Kur’an’ı yanlı ve yanlış yorumlayan Haricî mantığına karşı Hz. Ali, onlara “sünnetle gidin”, tembihinde bulunmuştu. Sonradan dini öğrenen, “Hâkimiyet Allah’ındır” ayetini slogana dönüştüren bu zihniyet, sünnete dayanmayan Kur’an anlayışıyla Hz. Ali’yi hunharca katletti.
Daha sonra hadislere karşı saldırı batılı oryantalistlerden geldi. İslam kaynaklarıyla fikrî ve amelî planda irtibat sorunu yaşayan Müslümanlar, Batı dünyası karşısında hazırlıksız yakalandı. Kadim geleneğin müntesibi olan İsrailoğullarının başlarına gelen zillet ve meskenet yani tüm dünya insanları tarafından horlanıp itibarsızlaştırma ve akıl tutulması hali Avrupa’nın sanayi devrimi sonrasında Müslümanlara sirayet etti. Dünyaya hâkim zihniyet taşeronları sayesinde önce rakiplerini kötü gösterdi, sonrada bilgi kaynaklarını kirletti. Ardından da “geçmişiniz karanlık, gelin bize dâhil olun.” telkininde bulundu. Sünnetin, Hz. Peygamberden iki yüz yıl sonra tarihi kurgu roman olarak yazıldığını, hadislerin tespitinin sonradan olduğunu, bu yüzden gerçeği ifade etmediğini iki asırdan beri söyleyen batılı araştırmacılara Muhammed Hamidullah Hoca, sahabe döneminde hadislerin yazıldığını, Hemmâm b. Münebbih’in hadis sahifelerini küflü kütüphanelerden çıkartarak ispatladı.
Sünnet deryasının Batılılar tarafından kirli olduğu düşüncesi, hadislerin sonradan uydurulduğu fikri, artık yerlilere ihale edildi. Nihayet Osmanlı yıkıldı, hilafet kurumu lağvedildi ve âlimlerin sayısı azaldı. Yaşanan hayatın sorunlarına, geri kalmışlığımıza çareler arandı. Tekrar ayağa kalkmanın imkânları araştırıldı. Sonrasında Mısır’da bu durumu aşmak için Muhammed Abduh ve talebeleri tarafından, İslam’ın temel kaynakları, asrın idrakine (!) arz edilerek yeniden okunmaya başlandı. İslam, teknik yönden güçlü olan Avrupalı karşısında, görücüye çıkmış bir gelin gibi şirin gösterildi. Mucizeler, akla uygun hale getirilip bilimsel argümanlarla anlatıldı; Ebabil kuşları mikrop, Musa as.’ın asasıyla denizin yarılma hadisesi de o esnada denk gelen med ve cezir olayı olarak yorumlandı. O zamana dek itibar görmüş ne kadar anlayış varsa hepsi çöpe atıldı, tedavüle yenileri konuldu. Ancak yorumlar bir yere geldi ve dayandı. Çağın gereklerine iman eden yeni yetme bu ulema, Kur’an üzerinde serbest hareket etmelerini kısıtlayan, keyfi yorumlarına ayak bağı olan hadisleri, yollarına engel teşkil eden bir taş gibi görerek kaldırıp atma cüretini gösterdi.
Peygamberlik müessesesi, bir de Hindistan’da kendilerini Kur’an Ekolü/Kurâniyyun olarak takdim eden kişiler tarafından tekrar gündeme taşındı ve sünnetin dindeki yeri inkâr edildi. Bu hareket, işgal ettikleri yerleri fikri planda da ifsat etmeden çıkmayan Hint Kıtasına giren İngilizlerin eliyle tasarlandı. Dinin esaslarını kaldırmaya yönelik projenin ürünü olan bu hareket, hadisleri tartışmaya açtı. “Kur’an bize yeter” düşüncesini işleyen bu akım, kurucusu Seyit Ahmet Han tarafından yeniden formüle edildi. Ümmetin aklı karıştırıldı. İngiliz bir şirketin eliyle yıllarca sömürülen sosyal, siyasal her alanda İngilizlere yetki veren Kur’an Ekolü nedense Rasülullah’a yetki sınırlaması getirdi. İngilizler, bu düşünceye sahip olanları devlet kademelerine yerleştirdi ve Oxford Üniversitesinde eğitim (!) alma imkânını sağladı. Peygambere itaat etmenin günümüz için yöneticilere itaatten ibaret olduğunu ve devleti idare edenlerin dinde reform yapabileceklerini söyleyen bu kişiler, cennet ve cehennemin temsîlî olduğunu, aynı zamanda cehennemin de ebedî olmadığını ifade ettiler. Bine yakın âlim, Kur’an Ekolü’nün diğer mimarlarından olan Ahmet Pervîz’in mürted olduğunu ilan etti.
O topraklarda yetişen âlimlerden Mevdûdî, ‘Sünnetin Anayasal Konumu’ adlı çaplı eseriyle, bu çarpık, din dışı zihniyeti eleştirerek sünneti müdafaa etti. Bu akım Hint kıtasının bir meselesi olmaktan çıktı, bütün İslam coğrafyasına yayıldı.
Her dönemin fitnesi farklıdır. Bu çağın Müslümanlarının fitnesi de peygamberi postacı olarak görüp “no’lacak bu hadislerin hali” edasıyla ortaya konulan hadis inkârcılığıdır. Hadislerin reddi öyle bir hal aldı ki neredeyse çevremizdekilere hadis söylemeye korkar olduk. Daha hadisi söylemeden ilk taarruz “Hadis sahih mi?” diyerek gerçekleştiriliyor. Gerçi sahih hadisin şartlarına dair bir soru sorulsa alık alık bakanlar, bu hallerine rağmen Buhârî’yi, Müslim’i, Zehebî’yi de beğenmiyorlar. Bize bu durumda Hz. Peygamberin yaptığı “Ya Rabbi! Bizi dinimizden yaralama.1” duasını yapmak düşüyor.
Her geçen gün bir hadisin daha uydurma olduğu(!), sağ elle yemenin sünnet olmadığı, salavat getirmenin bid’at olduğu, Kur’an’da yer almadığı için bin yıllık yanılgı olan kadınların hayızlı iken oruç tutabileceği… haberleri basın ve yayın yoluyla duyurularak halk üzerinde kafa karışıklığı oluşturuldu. Başlangıçta Allah’ın Rasülü’ne iman etmeden de imanın geçerli olup cennete girilebileceği hezeyanlarına “tedrici iman” kılıfı geçirerek dinin ana dinamikleri üzerinde sarsılma yaşatıldı. Gerçek İslam’ın “Kur’an İslam’ı” olduğu söylenerek hadislere itibar edilemeyeceği ön yargısı oluşturuldu.
Tahribat dünyalık olduğu zaman yerine yenisi bulunur. Ancak yozlaşma dinden başlarsa nübüvvet kurumuna karşı iki tarihî sapma önümüze çıkar: Maddeci Yahudiler, Ruhçu Hıristiyanlar. Maddeci Yahudiler peygamberlerinin varlığını bizzat ortadan kaldırarak, ruhçu Hıristiyanlar da içini boşaltarak risaleti ilga etti. Günümüz Müslümanları ise her ikisini de yapmaktadır. Bir taraftan resmî kurumların eliyle, hadislerin içi boşaltılarak yeniden tasnif edilip piyasaya servis edilmek istenirken, diğer taraftan da müçtehitliğe soyunan, meşhur üstadlar(!) bu kadar mevcut hatırı sayılır hadis kitaplarına rağmen “İçime sinen, tavsiye edebileceğim bir hadis kitabı yok.” diyebiliyorlar. Bilgi hatalarıyla ve kaynak yetersizliğine rağmen kendi kitaplarının eleştirilmesine tahammül gösteremeyip buna rağmen çok satılmasını isteyenler, hadis kitaplarını bir çırpıda reddediyorlar. En basit insanlara ve görüşlere saygılı, Aristo mantığıyla, Hegel’in teziyle, Kant’ın ahlâkıyla ve Pozitivist felsefeyle kafaları iğdiş edilmiş olanlar, Hz. Peygamberin sünneti denince tüyleri diken diken olup sanki din elden gidiyor hassasiyetiyle sünneti ve hadisleri kabulde kılı kırk yarıyorlar.
“Görmediğimiz Allah’a inanmayız” diyen materyalist Yahudilik ile ‘akla yatmıyor’ deyip hadis mirasını yıkma eğilimini gösteren kişiler arasında fark olmadığı gibi aynı şekilde İsa as.’ın şeriatını tahrif eden Pavlosizm ile hadisleri Kur’an’a arz edip, kendince ‘Kur’an merkezli(!) çarpık bir din anlayışı icat etmek isteyenler arasında da çok fark yoktur. Maalesef Rasulullah’ın sahih sünnetiyle yol bulamayan, işlerine gelince uydurma hadislere bile sımsıkı sarılan bu kişilerin zihniyeti, şu uyduruk rivayete dayanmaktadır: “Size benden bir hadis geldiğinde, bunu Kur’an’a arz edin. Eğer bu hadisin aslını Kur’an’da buluyorsanız hadisi alın, değilse reddedin.” Hâlbuki bu asılsız rivayetin, selef hadis âlimlerince ittifakla İslam düşmanları tarafından uydurulduğu ifade edilmiştir. 2“Allah’ın kitabına uyduğu sürece siz de Rasule uyun” diye ne bir ayet ne de bunu ifade eden bir hadis vardır.
Buna mukabil,…
“Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” 
Nisâ sûresi:80
…ayetiyle Rasul’e itaatin, Allah’a itaat etme anlamına geldiği vurgulanır. Ayrıca hadisleri hangi Kur’an’a arz edeceğiz; on dokuz yalanı üzerine Tevbe Suresinin son iki ayetini inkar eden Edip Yüksel’in Kur’an’ına mı yoksa Yasar Nuri’nin çağdaş yorumlu Kur’an’ına mı, ya da Esed’in mealinin neredeyse aynısı diyeceğimiz İslamoğlu’nun Gerekçeli Meali’ne mi?!
Televizyonların karşısında akademik yüksek payelerine dayanarak makam ve mevki sahibi bazı kişiler, bir takım uygulamaların Kur’an’da olmadığı gerekçesiyle hadisleri reddediyorlar. Hâlbuki peygamberimiz bakınız ne diyor:
 “Dikkat edin, bana Kitap ve onun bir benzeri olan (sünnet de) verildi. Dikkatli olun! Karnı tok bir adamın koltuğuna yaslanarak size: “Sadece şu Kur’an’a uymanız gerekir. (Bilmeyiz. Biz sadece Allah’ın Kitabında bulduğumuza uyarız.3) Kur’an’da olanlar helâl, olmayanlar haramdır/başka kaynağa ihtiyacınız yoktur.” demesi pek yakındır. Dikkatli olun! Allah’ın elçisinin haram kıldıkları, Allah’ın haram kıldıkları gibidir. Dikkatli olun! (Kur’an’da olmadığı halde) size evcil eşek eti haram kılındı.”
Abdullah b. Mes’ûd, “Allah, saçına saç ekleyen ve yüzündeki kılları alana lânetlemiştir.” der. Bunun üzerine bir kadın “Allah’ın kitabını okudum, ama senin dediğini göremedim.” deyince Abdullah b. Mes’ûd:“Eğer sen okusaydın onu görürdün. Allah Teâlâ’nın…
 “Peygamberin, size getirdiklerini alın uygulayın; yasakladığı şeylerden de uzak durun. “
Haşr:7”
… âyetini hiç okumadın mı? Kadın, “Evet” deyince İbn Mes’ûd “ İşte Rasûlullah (s.a.) (Kur’anda olmadığı halde) bunları da yasaklamıştır.” 5 Abdullah b. Mesud ganimetler hakkında inmesine rağmen bu ayeti hayatın her alanına uyarlayarak daha geniş açıdan yorumlamıştır.
Allah’ın basiretini aldığı bir de şeytanı yol arkadaşı yaptığı kişi, “Bize Kur’an yeter.” ya da “Hz. Peygamberin sadece tebliğ görevi vardır; dinde kanun koyma yetkisi yoktur.” şeklinde sözler sarf etme cesaretini gösterdiler.  Şu ayetlere rağmen:
“Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah ile peygamberleri arasında (peygamberlik gerçeğini inkar ederek) ayırım yapanlar, ‘Bir kısmına inanır bir kısmını inkar ederiz’ diyerek, iman ile küfür arası bir yol tutturmak isteyenler var ya, onlar gerçek anlamı ile kafirdirler.” (Nisa Suresi: 150)“Kim de kendisine ‘dosdoğru yol’ apaçık belli olduktan sonra, peygambere muhalefet ederse ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!”
 (Nisa Suresi: 115) 
Hâlbuki Kur’an’ın şu beyanıyla sünnetin vahyin kontrolünde dinde hüküm koyma yetkisi olduğu açıktır:
“Onlar adını ellerindeki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları şu okuma- yazması olmayan ümmî Peygamber’in izinden giderler. O (Peygamber) onlara iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar, temiz şeyleri helâl, pis şeyleri de haram kılar, omuzlarındaki ağır yükümlülükleri, boyunlarındaki zincirleri kaldırır.”
Araf Suresi: 157
Sünnetin yapı taşı olduğuna inanan İmam Evzâî’ye, sünnetin önemini ifade etmek üzere, “Kur’an’ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır.6 sözünü söyleten o dönemin hadislerini hiçe sayan kişilerdir. Bu şekilde söylemekten kaçınan İmam Ahmed, “Böyle söyleyemem. Ama sünnet Kur’an’ın kapalı olan ve anlaşılmayan yerlerini açıklar.” demiştir.7
Sünnetin güncel hayata o denli tesir etmesine ve her konuda peygamberden bahsedilmesine şaşıran bir gayri müslim, “Neredeyse tuvaleti bile peygamberinizden bir sözle anlatacaksınız!” demesi üzerine, Selmâni Farisi, Hz. Peygamberin tuvalet adabıyla alakalı olarak kıbleye dönmemesine, taharetin nasıl yapılacağına dair sünnetten alıntı yaparak açıklama yapar.8 Çünkü Rasulullah’ın sünneti, sadece geçmişi ilgilendiren tarihi olay değil, her konuda hayata müdahale eden nebevî bir ilke, ferdî ve toplumsal huzuru sağlayan bir dünya görüşüdür.
İşte bu sebeple “Mutarrif b. Abdullah, ….
“Bize Kur’an’dan bahsedin hadisten değil” diyen kimseye, “Biz hadisi Kur’an’a tercih etmiyoruz. Hadisleri anlatmaktaki amacımız Kur’an’ı en iyi bilen (Rasulullah’ın) bildiklerini söylemektir.9
…uyarısında bulunmuştur.
Birçok gerekçelerle sünneti görmezlikten gelip hayattan devre dışı etmeye çalışanlar, yaşamadıkları sünneti önce eleştirdiler; sonra da yaşanmaz deyip inkâr ettiler. Sünneti reddedenlerin arkasındaki gerçek, sünnetin değişen dünyaya kafa tutup ayak uydurmayışıdır. Kaldı ki Kur’an’ın toplumsallaşmış hali olan sünnet, kişileri ve toplumları çağın her türlü soysal, siyasal, ahlakî ve eğitim alanında sapmaların karşısında durup gerçek kimliğine dönmesine imkân vermektedir.
Hz. Peygamberin sünnetinin dışında yeni İslamî arayışlar ve yorumlar sadece bir ütopya olup şeytanın sağdan yaklaşmasıdır. Değişen dünya değerlerine iman, kendimizi inkârdır. Ayrıca değişimi bir iksir gibi görmek, hayra yormak,  erdem değildir. İşin doğrusu,  değişimi Kur’an ve sünnete göre ele alıp değerlendirmek ve hayata uygulamaktır.
Sünneti evrensel bütünlüğü içinde düşünmek ve onu her hareketimizin çıkış noktası olarak kabul etmek, kendi içimizde tatmin edici bir yoruma kavuşturamadığımız sünnet verilerini hemencecik reddedivermekten bizi kurtaracağı gibi onların da geçerli olabileceği yöre ve dönemlerin olabileceği fikrine ve rahatlığına ulaştıracaktır. Bu da İslam kültürü demek olan sünnet’e dair hiçbir bilgi ve belgenin zayi olmaması demektir.10
Kendi kutsallarına “la” diyemeyip hadislere gelince “illallah” deyip yaka çırpanlar şu ilahî mesajla karşı karşıya geleceklerdir:
“O gün zalim kimse (üzüntüden) elini ısırıp şöyle der: ‘Keşke, peygamberle birlikte aynı yolu tutsaydım. Ah, ne olurdu, falancayı dost edinmeseydim.  Zikir/Kur’an bana geldikten sonra, o saptırdı beni Kur’an’dan. Şeytan, insan için bir rezil edicidir.”
Furkan Suresi: 27-29
Sonuç olarak, ekran karşısında din öğrenme yerine klasik Buhârî okumalarını, Riyaz derslerini tekrar ihya edelim. Anlamadığımız hadisleri kendisine soracağımız, hadis usulünü de ruhunu da kavratacak bir sünnet mütehassısıyla beraber kapsamlı hadis okumaları gerçekleştirelim. Hadisleri Kur’an ve sünnet bütünlüğünde okuyalım.
1.   Tirmizî, 3502.
2.   Şevkâni, el-Fevâid: 278; el-Mekâsıdü’l-Hasene: 36.
3.   Ebû Dâvud: 4605
4.   Ebû Dâvud: 4604; İbn Mâce, Mukaddime 2, (12); Tirmizî: 2663, 2801; Müsned:6/8.
5.   İbn Kesir: Haşr suresi 7. Ayetin tefsiri.
6.   Şevkani, İrşadül-Fuhul: 33
7.   İbn Abdilber, Câmiu Beyani’l-İlm: 192.
8.   Müslim, Tahare 5758
9.   İbn Abdilber, Câmiu Beyani’l-İlm: 563.
10.               İsmail Lütfi Çakan, İslami Yapılanmada Sîret ve Sünnet: 242.
       
İBRAHİM ÖZTÜRK, İLKADIMDERGİSİ